POLİTİKOFOBİ

Günümüzün değişen, artan beklentileri ve beraberinde gelişen endişeler, yeni psişik hastalıklarla, fobilerle tanıştırıyor bizleri.
Agorafobi (Açık alana çıkma korkusu), klostrofobi (kapalı yerde kalma korkusu), akrofobi (yükseklik korkusu) vs. gibi…
Fobi çeşitlerini burada madde madde sıralamaya kalksak sayfalar sürer…

***

Fobi kelime olarak Yunanca “Phobos”tan geliyor…
Phobos, Yunan Mitolojisi’nde dehşet tanrısı… Fobi, bir şeye yönelik duyulan derin korkunun bireyin hayatını olumsuz yönde etkilemesi…
Yani bir başka deyişle korkuların kontrolden çıkmış haline “fobi” diyoruz…
Fobi nasıl oluşuyor peki?
Sigmund Freud fobilerin, kişinin bilinçaltındaki çatışmaların bir sonucu ve ürünü olduğunu söylüyor…
Öğrenme psikolojisinin önemli kuramcılarından J.B.Watson’a göre ise fobiler şartlandırılmış refleks davranışların sonucunda oluşuyor…

***

Politikofobi…
Adı üzerinde, bir fobi…
Literatürde “Politicophobia” olarak geçiyor…
Politikofobi, isminden de anlaşılacağı üzere politika korkusu…
Yani bir başka deyişle “Politikacılardan, politikadan korkmak…”
Hatta bunun daha da ilerlemiş hali, politikadan ve politikacılardan nefret etme duygusu…

***

Yabancı kaynakları tararken konuyla ilgili bir makalesine rastladığım İngiliz terapist Paul Douglass politikofobiyi “Siyasetten, siyasetçilerden ve hükümetlerden korkmak” olarak üç bölümde incelemiş.
Politikofobi sonuç itibarıyla yönetenlerin olduğu her yerde yönetilenlerin (özellikle de yönetmeye yönelik bir beklentisi olmayanların) karşı karşıya kaldığı bir rahatsızlık…
Rasyonel düşünürsek, aslında bu hastalığın geçmişini en eski uygarlıklara, kadar götürebiliriz…
Ama o zamanlarda demokrasi, seçim, kişilerin yönetime katılma arzusu filan olmadığı için, birey kendine biçilen kulluk, kölelik gibi rolleri itirazsız kabul etmek zorunda kaldığı için belki de günümüzdeki kadar hissedilmiyordu politikofobi…
Yerleşik düzene, demokrasiye geçişle yani medeniyetle birlikte ortaya çıkmış bir hastalık bu…

***

Bugün, demokrasiyle yönetilen tüm ülkelerde toplumların (ve hatta dünyanın) geleceğini politikacılar çizer…
Yönetilenlerin kaderini yönetenler, yani siyaset kurumu belirler…
Savaşların da, soykırımların da, açlığın da sorumlusu siyaset ve siyasetçiler…
Bunun tam tersi, barışlar da, bolluk da, sosyal huzur da yine siyasetin ve siyasetçilerin karar(lar)ına bağlıdır…
Bunu inkâr edebilir miyiz? Hayır…
“Ben hiçbir kurala ve hiçbir yönetime bağlı olmak istemiyorum” deyip balta girmemiş bir ormanda, ya da ıssız bir adada (Robinson Crusoe gibi) tek başınıza yaşamak isterseniz (yaşayabilirseniz) tamam…
Ya da Platon gibi, Thomas More gibi kendilerinin bile başaramadığı, hayata geçiremediği ütopik sistemlerin peşindeyseniz bu da sizin bileceğiniz bir şey… Ama çağdaş dünyada kural bellidir, her toplum yönetilir…
Yöneteni ister demokrasiyle gelsin, ister darbeyle, isterse de saltanatın devamı olarak…
Yönetenin adına “devlet” denir, yönetilenin adına da yurttaş…
Devlette erk sahibi olmak da, siyaset kurumunun bir ürünü ve ödülüdür…

***

Demokrasinin sağlıklı işlediği, sistemin köklendiği ülkelerde politikofobinin çok fazla yayılması mümkün değil…
Bu tarz ülkelerde zaten belli özelliklere sahip ol(a)mayanlar siyasette bir yerlere de asla gelemiyor…
Demokratik ülkeler de siyasetçilerin hata yapma lüksleri de çok az…
Bilinçli birey, sağduyulu seçmen siyasetçiyi seçim zamanı cezalandırmasını biliyor…
Hatta bu ülkelerde seçilenin bile vizyonu öylesine farklı ki, seçimde yerle bir olan partilerin liderleri, bizdeki gibi bahaneler üretmektense, yenilgiye kılıf bulmaya çabalamaktansa, direkt istifa ediyor.
Görünen o ki, politikofobi, seçilenin “yönetme ve temsil”, seçenin ise sağlıklı karar verebilme yetisine sahip olamadığı sistemlerde ve ülkelerde kendisini hissettiriyor ve yayılıyor…
Özellikle de eğitim seviyesinin ve demokratik bilinç düzeyinin düşük olduğu toplumlarda…
Tabii bu bir eğitim meselesi…
Siyasetçi dediğiniz sonuçta serada yetişmiyor, halkın içinden geliyor…
Halk neyse, siyasetçi de o…

***

Türkiye’ye geldiğimizde ise politikofobinin oldukça yaygın olduğunu söyleyebilmek mümkün…
Kişinin uykuya yattığında bıraktığı Türkiye farklı, uyandığında bulduğu Türkiye farklı…
Halk, siyasete ve siyasetçiye güvenmediği için tedirgin…
Ve bu tedirginlik arttıkça politikofobiklerin de sayısı hızla çoğalıyor…
Çünkü yönetenin uygulamalarını beğenmediğinde alternatif bulamıyor Türkiye’de seçmen…
“Ya bu, ya şu” ikileminin içine hapsoluyor…
Özgür seçmen iradesi daralıyor…
Kendince alternatifleri var belki…
Belki A veya B partisinden başka bir parti var kafasında…
Ama yüzde on barajından ötürü verdiği oyların bir şeyi değiştirmeyeceğini, bilakis başkalarının ekmeğine yağ süreceğini biliyor…
Ve açıkçası, seçimlerde çıkacak sonucu bile bile oy veriyor insanlar…
Bile bile lades…
Eh, seçmen siyaset kurumuna güvenir mi bu koşullar altında?

***

Kurum olarak siyasetten korkar da siyasetçiden korkmaz mı birey?
Etimolojik açıdan irdeleyelim, adı üzerinde “milletvekili”…
Yani, “milletin vekili”
Vekil…
Seçen “asil”dir, seçilense sadece “vekil”dir…
Asil her zaman vekilin üzerinde değil midir? Öyle olması gerekmez mi?
Ama uygulama öyle midir?
Bir kez milletvekili seçilen siyasetçi ömrünün sonuna kadar kendisini refah içinde yaşatacak maaşa sahip olur… Seçmen yıllarca çalışıp hak kazandığı emekli ikramiyesiyle varoşta bir ev bile alamaz…
Üç kuruşluk bir maaşla ayın sonunu getirmek zorunda kalır…
Seçilen sınırsız bir dokunulmazlık zırhına bürünür, seçen en ufak bir kusur işlese başı dertten kurtulmaz…
Seçilen zamlar, ekonomik tedbirler karşısında nasıl ayakta kalacağını bilemez ama bakar zam kararını alanların yaşam standartlarında en ufak bir değişme olmaz…
Düşe kalka ancak ilkokulu bitiren birisi milletvekili seçilme hakkı kazanır ama asgari ücretli bir işe talip olanda bile üniversite diploması aranır.
İlkokul mezunu birisi pekâlâ milletvekili seçilerek üniversite mezunlarının geleceğini belirleme hakkına sahip olur… Siyasi partiler yüzde elli biri genel başkana ait bir şirket anlayışıyla yönetilir…
Seçmen, kendi sesini duyurması için seçtiği vekilinin, yeniden seçilebilmek için sus pus oturduğunu, liderine çıt çıkaramadığını görür.
Kandırılmış hisseder kendisini…
Seçim gelip çattığında yüz defa ziyaret edilen, kapısı çalınan, sorunları sorulan vatandaş mazbata sonrasında seçtiğinin yüzünü bile göremez…
Devam edelim mi saymaya?
Biter mi?
Bitmez…
Yeni mi?
Hayır…
Böyle gelmiş ve böyle gitmektedir…
“Mevcut iktidar kendi yandaşlarını kayırıyor” deriz demesine de, sanki daha öncekiler kayırmadı mı?
Sistem değişmiyorsa, hükümetler değişse ne olur?
O parti, bu parti değil, siyaset kurumunun işleyişidir sorgulanması gereken…
Böyle bir ortamda siyasetten ve siyasetçiden korkmaması nasıl beklenir toplumun?
Nasıl salgın haline dönüşmez politikofobi?

***

Dikkat ederseniz Türkiye’de hatalı siyasetin en ağır faturasını siyasetten ısrarla uzak durmaya çabalayanlar öder.
Mesela…
Siz hiç etliye sütlüye bulaşmadan işinizi yaparsınız, siyasi bir kararla tayininiz çıkar ya da göreviniz değiştirilir.
Ailece faturasını ödersiniz…
Siz maaşınızla ittire kaktıra ay sonunu getirirsiniz, birileri kalkar bir sürü ürüne zam yapar, siz olmazsa olmazlarınızdan ödün vermeye başlarsınız…
Siz medeni bir biçimde aracınızla trafikte gidersiniz, “Çok önemli biri(!) geçecek diye trafik kesilir saatlerce mahsur kalırsınız yolda…
Siyasetten kaçtıkça siyaset kurumu hatalarıyla birlikte sizin daha da çok üzerinize gelir…
Siyaset, hatalı kararlarının faturasını en çok siyasetin “s”sine bile bulaşmamış kesimlere ödetir…

***

Fobileri aşabilmenin birinci koşulu fobiyi doğuran sebepleri belirlemek…
Bunlarla yüzleş(ebil)mek… (Ki, sebepler son derece belirgin aslında…)
Sonrasında da fobilerin üzerine gitmek gerekiyor tabii ki…
Hastalığın tanımındaki “politikadan ve politikacıdan korkmak” kavramı kısmen kabul edilebilir…
Hatta bir yere kadar tolere bile edilebilir… Ama bu hastalık, ilerleyip de kendisini “politikadan ve politikacıdan nefret etmek” noktasına ulaşırsa işte o zaman, o ülkenin ve o toplumun yarınları adına endişeli bir süreç başlamış demektir…

***

Ekonomik açıdan geri kalmış ülkelerde bulaşıcı hastalıkların sıkça görülmesi nasıl ki tıbbi bir realiteyse…
Demokratik açıdan geri kalmış ülkelerde de politikofobinin salgın halini alması o kadar doğal…
Peki, ne mi yapmalı?
Kişi, bu fobisinin üzerine gitmeli.
Nasıl mı?
Bizzat siyasete katılarak…
Görüşlerini beğendiği bir partiye üye olarak…
Ya da hiç olmadı, bir sivil toplum kuruluşuna katılıp sesini duyurarak…
Siyasete küsmek…
Siyasetçiden korkmak…
Siyasetten uzak durmak…
Politikofobiyi kabullenmek yakışmaz aydın insana…

***

“İnsan politik bir hayvandır” der Aristoteles…
Kişi, politik haklarına ve sorumluluklarına sahip çıktıkça ilerler insanlık…
Dolayısıyla politikofobi; insanlığın da, özgürlüğün de, demokrasinin de geriye gitmesi anlamına gelir…
Politikofobi salgınının önüne geçmek ise; toplumun aydınlanmasıyla, bilinçlenmesiyle ve özgürlüklerine sahip çıkmasıyla mümkündür…

Mavişehir ve İzmir'in en sevilen genel kültür, magazin ve güncel hayat dergisi.

3 Comments

    Leave a Reply

    E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir