Bir fotoğraf karesi hiç gitmez gözlerimin önünden.
1987 yılıydı, 30 yıl önce…
Yeni başlamıştım gazeteciliğe ve bir köşe yazarını asiste ediyordum, köşesine malzeme topluyordum.
İzmir’de bir “Kapıcılar Gecesi” düzenlenmişti…
“Git bak bakalım ne çıkacak?” demişti hocam…
Bir aile görmüştüm tribünlerde…
Yaşlı bir kapıcı, eşi ve çocukları.
Yaklaştım yanlarına, fotoğraflarını çekmek için izin istedim…
Basında imzamla yayınlanan ilk fotoğrafımdı o…
O karedeki yaşlı adamın ailesine sarılırken yüzünü kaplayan huzuru, mutluluğu ve gururu hiç unutamam…
***
Bir fotoğraf daha yer etmiştir içimde.
Sakız Adası’nda, Pirgi’de bir köy kahvesinde yaşlı bir adama rastlamıştım…
Üstü başı dökülüyordu, belli ki gariban bir adamdı…
Kahvede oturmuş, bir kadeh içecek yudumluyordu…
Fotoğraflarını çektiğimi fark ettiğinde yüzüne oturan o gülümseme hiç gitmez gözlerimin önünden…
İçtiği o ucuz içecek yetiyordu onu mutlu etmeye…
Hatta bir sergimde yer vermiştim o fotoğrafa ve “Mutluluğun Resmi” adını koymuştum…
***
Yaşamayı bilmek bir sanat…
Ve bu sanatta ustalaşmak diğer sanat dallarından çok daha fazla meziyet gerektiriyor…
Bu sanatta başarılı olmanın yegâne ölçütü “mutlu olmak.”
İsterseniz en kaliteli eğitimi alın, mutlu olmak için yetmiyor…
Banka hesabınız parayla dolsun taşsın isterseniz…
Bu da yeterli değil.
Hayat labirentinde “mutluluk” peynirine ulaşmanın yolu bize diretilen hiçbir haritayla örtüşmüyor…
***
Mutluluk basitlikte, sadelikte gizli…
Beklentiniz ne kadar düşükse mutluluğu yakalama oranı o kadar yüksek…
Ters orantı var beklenti ve mutluluk arasında…
İnsanoğlu doymazlığıyla kendi boynuna kendi takıyor ilmiği…
Kendi kendisini mutsuz etme konusunda son derece mahir.
Eskiden daha mı mutluyduk?
Bence evet…
Hayallerimiz daha basitti, talep edeceğimiz şeyler daha sınırlıydı.
Aç gözlü değildik bu yüzden.
Kredi kartlarımız yoktu, cep telefonlarımız da…
AVM’ler girmemişti hayatımıza, internetle de tanışmamıştık henüz…
Ama çok daha mutluyduk…
Huzurluyduk…
Odun sobasında kızaran kestaneydi mutluluk…
Tek kanallı televizyon karşısında kutlanan yılbaşı geceleriydi…
Bayram sabahları anne babanın eli öpüldüğünde alınan harçlıktı…
Yeni Türkü’nün şarkısındaki gibi, biz büyüdük ve kirlendi dünya…
Alternatiflerimiz, beklentilerimiz çoğaldıkça uzaklaştık mutluluktan…
Hayatlarımızı arzularımıza esir verdik…
Doyumsuzluğa teslim olduk…
***
Yapılan araştırmalar adalarda insan ömrünün çok daha uzun olduğunu gösteriyor…
Bunda elbette doğa koşullarının, temiz havanın vs. etkisi vardır…
Ama adanın sunduğu olanakların sınırlı olması da bence çok önemli bir etken.
Son model otomatik vites otomobillere ihtiyaçları yok, bir bisiklet yetiyor onlara…
Almanya’daki haymları andıran gökdelen benzeri akıllı binalarda yaşamıyorlar, tek katlı, bahçeli mütevazı evlerinde mutlular…
Mum ışığında yemek yenen lüks restoranlara gitmiyor belki sevgililer; ama deniz kenarındaki basit tahta masalarda daha bir parıldıyor aşklar…
Büyük şehirlerde yaşayanlardan çok daha az para kazanıyorlar…
Ama çok daha mutlular…
Sadeliğin sunduğu bu mutluluk uzatıyor işte insanın ömrünü…
***
O kadar yabancılaşmışız ki sadeliğe, yüzleştiğimizde afallıyoruz…
Hafta sonları AVM’lere doluşmayı öylesine kanıksamışız ki basit bir kır kahvesinde oturduğumuzda ruhumuza dolan o huzur şaşırtıyor adeta bizi…
Balkondaki saksıda açan bir çiçek gördüğümüzde tuhaf oluyor içimiz…
Baharda çiçeklenen bir ağaç gördüğümüzde vurmaya başlıyor yüzümüzü at gözlüklerimiz…
Çay bardağında içilen gösterişsiz süvarinin benzersiz tadını aldığımızda şaşırıyoruz.
Ezber bozuyor basitliğin sunduğu mutluluklar…
Apışıp kalıyoruz!
Diretilen ve gerçekten istediğimiz hayatların arasındaki uçurum paniğe kapılmamıza neden oluyor adeta…
Kaçırdığımız, ıskaladığımız, pas geçtiğimiz mutluluklar acıtıyor içimizi…
***
Bir gün herkes kabul ediyor mutluluğun basitlikte gizli olduğunu.
Kimileri yaşayıp doyduktan sonra.
Kimileri şükretmesini bilerek…
Kimileri ise gün geldiğinde en zenginin de en fakirin de aynı toprakla örtüleceğini fark ettiğinde…
İşte hayat sanatının gerçek “üstat”ları bu gerçeği zamanında fark edebilenler…
Robin Sharma’nın kitabındaki gibi Ferrari’sini satabilenler…
21. yüzyılın değerler sistemi elbette farklı, “bir lokma bir hırka” diyebilmek mümkün değil günümüzde…
Ama ihtiraslarımızı dizginleyebilmek bizim elimizde…
Ormana bakarken ağacı gözden kaçırmamak da…
***
Saman Sarısı isimli şiirinde “sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” diye soruyor Nazım…
Ve ne zaman bu dize gelse aklıma hemen usumda beliriyor o iki fotoğraf…
Cebinde birkaç kuruşu olsa da içtiği o ucuz içeceğin tadını doyasıya çıkartan gariban yaşlı Sakız köylüsü…
Belki birçoğumuzun evinde mükellef sofralar kuruluyor, birbirinden kaliteli içecekler içiliyor…
Ama o köylü kadar tadını alabiliyor muyuz yediğimizin, içtiğimizin?
Ve ailesini bir eğlenceye getirebilmenin onurunu, huzurunu yaşayan o yaşlı kapıcının gözlerindeki gülümseme…
Belki birçoğumuz beş yıldızlı otellerde, birbirinden görkemli davetlere, eğlencelere katılıyoruz…
Ama o yaşlı kapıcı kadar mutlu oluyor muyuz?
***
Acıyorum mutluluğu cafcaflı ambalajlar içinde arayanlara…
“Hayattan geriye kalan yaşam biçimidir” diyor bir Yunanlı düşünür…
Biz de yaşam biçimlerimizle anlamlandırıyoruz hayatlarımızı…
Ya da anlamsızlaştırmakta ısrar ediyoruz…
“Son bir yılda anlamlı kaç gün yaşadın?” diye sorardım kendime hep..
Cevabım çocukluğumda kalan eski günlere değgindi hep..
Geçenlerde pejmurde kıyafetimle bir parkta bir bankın bir ucuna büzülüp iki saat oturup bekletim..
Biri yanıma oturup çitlediği ayçiçeğinden ikram etseydi, o gittikten sonra yerdeki kabukları toplar çöp kutusuna atar ve belki en anlamlı yaşadığım bir gün olarak hatıramda bu günü saklardım..
Park sessiz, yeşil ve güzeldi; ancak, bir serçenin ayaklarımın ucuna yaklaşıncaya değin, benim için pek anlamlı değildi..
Çitlenmiş kabukların arasında kalmış birkaç çekirdeğin içini çıkartıp ona verince, üstüme akşam karanlığıyla birlikte tarifsiz bir huzurun da indiğini fark ettim..
Şimdi o sorunun cevabı olarak, geçenlerde parkta yaşadığım o gün, dedim kendime..