Yönetmen Nancy Meyers’in 2000 yılında çevirdiği, Mel Gibson ile Judy Geer’in başrol oynadığı “Kadınlar ne ister” filmi benim için gerçekten pek çok sorunu çözmem sırasında kullandığım tatlı bir başlıktır. Filminde Nick Marshall rolündeki Mel Gibson, işinde oldukça başarılı bir reklamcıyı canlandırmaktadır. Nick bekar olarak hayatını sürdürmeye çalışırken yeni gelen proje amirinin bir bayan olduğunu öğrenir ve bu durum Nick’in hiç hoşuna gitmez, fakat yapacak fazla bir şey olmadığından dolayı işe koyulur ve bu arada Nick kadınların neler düşündüğü hakkında küçük bir testten geçmek zorundadır. Kendi evinde kadınlar hakkında deneyler yapsa da fazla işe yaramaz ve o gece banyosunda geçirdiği bir kaza ile elektrik akımına mağruz kalır ve sabah kendine geldiğinde her şeyin yolunda olduğunu düşünerek evden çıkar. Sokak ortasında yürümeye başlayan Nick, etraftan galipten gelen sesler duyduğunu fark eder ve bir süre sonra kadınların neler düşündüğünü anlayabildiğini fark eder.. Bu durumdan kurtulmak için çaba gösteren Nick, bir süre sonra aslında bu durumun çok kötü bir şey olmadığını ve bu özelliğini iş yerinde kadınlara karşı kullanabileceğini fark eder. Oldukça zevkli bir filmdir ve eğer anlam çıkarmak ve bir ders almak isterseniz de çok önem verilecek bir hikayenin parçasıdır. Çünkü her ne olursa olsun erkeklere sorduğunuzda “kadınlar ne ister” dediğinizde: “ah keşke biz de bir bilsek” nidalarından kurtulmuş, diğer taraftan da kadınların da kendi isteklerini bilerek neler yapabileceklerini bulmaları açısından yararlıdır.
“Dünya Emekçi Kadınlar Günü”, yaklaşık 8 Mart 1857 yılından bu yana kutlanmaktadır. Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış uluslararası bir gündür. İnsan hakları temelinde kadınların siyasi ve sosyal bilincinin geliştirilmesi ekonomik, siyasi ve sosyal başarılarının kutlanmasına ayrılmaktadır. Böyle olunca da dünyanın her yerinde yaşayan kadınlar için özel bir anlam ifade etmektedir. Neden mi? Çünkü, sosyal bilincin gelişmesine katkıda bulunulan özel bir gündür. Kimler için? Kadınlar için… Kadınlar acaba bu bilinç içine girebilmişler midir? Düşünsenize neredeyse 1857 yılından bu yana oldukça uzun bir zaman geçmiştir, ve özellikle son yirmi yıla yakın bir zamanda dünyada olduğu kadar ülkemizde de “kadın hareketi” oldukça etkin bir şekilde yaygınlaşmaktadır. Kadın hakları hareketinin ilk adımları Aydınlanma Çağı’nda sivil özgürleşme hareketlerinin başlangıcıyla atılmıştır. Ana fikir “Fransız Devrimi” sırasında da ilan edildiği gibi bütün insanların eşitliği olmuştur. Olympe de Gouges 1791 yılında “Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi”nden (1789) hemen sonra kadınlar için aynı hakları ve yükümlülükleri talep etmiştir. Çünkü o zaman diliminde insan ve sivil hakları ifadesi sadece “erkekler” için geçerlidir. Nereden nereye diyeceksiniz… Kadının varlığını yani bir birey olduğunu anlatması ne kadar uzun zaman almış aslında. İyi de anlatabilmiş mi derseniz yine muammalı bir yanıt vermek zorunda kalabiliriz.
Geçtiğimiz günlerde 8 Mart günü nedeniyle üniversitemizde bir seminer vermek istedim. Konuşmacılar çeşitli konulara değinsin ki, öğrencilerimiz için de bir bakış açısı kazandırayım istedim. Konu başlıklarını dikkatli bir şekilde seçtim: “iş hayatında mobbing”, “kadına şiddet”, “töre cinayetleri, çocuk yaşta evlilik, berdeller”… Konuklarımız geldiğinde konuları ile ilgili bilgiler vermeye başladıklarında benim de bilmediğim ne kadar çok bilgi varmış diye hayretlere düştüm. 6284 sayılı ailenin korunmasına ve kadına yönelik şiddetin önlenmesine dair yasaya göre şiddet: “Kişinin fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik açıdan zarar görmesiyle ve acı çekmesiyle sonuçlanan ve sonuçlanması muhtemel hareketler, her türlü tutum ve davranışlardır” Türkiye’de yaşanan koşullar her bir yörede farklılık gözetmektedir. Yapılan araştırmalar göstermektedir ki, Türkiye’de bazı yerlerde “kadın olmak” demek; şiddetle, acıyla, tecavüzle ve ölümle iç içe yaşamak demektir. Diyarbakır’da bin 802 kadınla yapılan bir araştırmada eşinden şiddet gören 100 kadından 52’si dünyaya yeniden gelse, kadın olmak istemediğini söylüyor. Aynı araştırmada eşinden şiddet gören her 100 kadından 39’u aynı zamanda cinsel şiddete de maruz kalıyor.
Resmi veriler, Türkiye’deki kadın cinayetlerinin yedi yılda yüzde 1400 artığını gösteriyor. 2002’den 2009’a kadar öldürülen kadınların sayısı 953. 2010 ve 2011 rakamları bu sayıya dahil değil. Yine istatistiklere göre Türkiye’de her 10 kadından 4’ü şiddet görüyor. Bu durum düşündüğümüzden daha fazla bir rakam ve korkutucu. Diğer taraftan; Türkiye’de son dört yılda çocuk gelin olarak sınıflandırılan kızların sayısının 181 bine ulaştığını belirtiliyor. Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği Başkanı Nazan Moroğlu, 18 yaş altında evlenen gençlerin cinsiyet ve yaş gruplarını geçtiğimiz günlerde açıkladı. Buna göre; 2008 yılında 18 yaş altında evlenen erkeklerin sayısı 2 bin 214 olarak kayıtlara geçerken 2009 yılında aynı rakam 2 bin 72’ye, 2010’da 2 bine, 2011’de bin 860’a ve 2012 yılında ise bin 903’e geriledi.
18 yaş altında evlenen kızların sayılarına bakıldığında ise aradaki büyük fark ortaya çıkmaktadır… 2008 yılında 49 bin 703 çocuk gelin sayısı 2009 yılında 47 bin 859, 2010 yılında 45 bin 738, 2011 yılında 42 bin 700 ve 2012 yılında ise 40 bin 428 olarak tespit edilmiştir. Bu sayıları gördüğümde dünyanın hangi az gelişmiş ülkesinde yaşadığımı düşünmeye başlıyorum kara kara…
Sokakta oynarken, elinden tutularak 60 yaşındaki bir adamın koynuna atılan kız çocuklarının debelenişini, ağladığı anları aklıma getiriyorum birden… İyi de biz halen ne duruyoruz diyorum, ya da devlet bunlara daha ciddi yaptırımlar yapamıyor diyorum. Sonra bu çözümün “çözüm” olmadığına karar veriyorum. Hiçbir “toplumsal olayın” kendiliğinden yada sadece devlet politikaları ile çözülemeyeceğini biliyorum, yıllardır çeşitli alanlarda yapmış olduğum çalışmaların bunu bana gösterdiğini hatırlıyorum. Kurbanlarının sayısı bilinmeyen bir başka gelenek de “ berdel. Aileler karar vermişse kadın da erkek de göz kırpmadan feda ediliyor. ’Jin be Jin” yani “kadın kadına” daha kaba bir tabirle “takas” anlamına geliyor berdel. Daha çok kız kardeşlerin karşılıklı değiştirilmesi şeklinde gerçekleşse de, bazen iki babanın kızlarını birbirlerine vermelerine de şahit olunuyor.
Berdelin mağdurları sadece kadınlar değil şüphesiz. Erkekler de çoğu zaman bu geleneğin ‘sessiz’ mağduru olabiliyor. İstemedikleri halde altına imza attıkları bu evlilik, kendi sevdalarına arkalarını dönmeleri manasına geliyor aslında. Geçtiğimiz günlerde çok sevdiğim fotoğraf sanatçısı Reyhan Özlen’in Urfa-Harran’da çektiği resimleri seslendirmek için bakıyordum. Üniversitedeki odamın kapısı açıldı, Urfa’lı çok sevdiğim bir hocamız girdi. Hemen yanıma çağırdım ve ona konuyu anlatmadan:” haydi bak bakalım bu kız, bize ne diyor” dedim. Kızın yaşı oldukça gençti, güzel bir yüzü vardı, çok anlamlı bakıyordu. Batı’da yaşayan birisi olarak onun bakışlarındaki anlamı hissetmem mümkün değil ki, ta ki hocamızın: “bu bakış üzücüdür” diye başladı: ”iki düşünce vardır aklında; birincisi acaba sevdiğime varacak mıyım? yada babam beni kime verecek?” Birden ürperdim bu sözler üzerine, ne sevdiğine varabiliyorlardı, ne de istemedikleri bir evlilikten kaçma cesaretine… Yaşamım boyunca kimseden şiddet görmedim, batılı kadın olduğum için değil, aile yaşamımda kimsenin bu ve benzeri olayları her halde bana yaşatmamış olduğundan, ya da kabul görmediğinden. Bu nedenle “dayak yemiş” olan bir kadının ruh halini anlamam mümkün değil. Yüzü, gözü dağılmış kadınların resimlerine baktığımda, içimden birden nefret tohumlarının etrafa yayıldığını hissederim. Ama bunun içinde acı yoktur, çünkü kimse bana bir tek tokat bile atmamıştır, ya da üstüme yürümemiştir. Filmler de görürüm babaların kemerlerini çıkararak çocuklarını dövme sahnelerini… Kadınların dayak yedikten sonra sessiz ağlayışlarını. Parasız kalmamışımdır, anne evine gitmek zorunda bırakılmamışdır. Çocuklarımı düşünerek, sadece onlar için katlanmamışımdır şiddete, tecavüze, istemediğim bir davranışa… Ama bildiğim tek bir duygu vardır, o da “sevilme ve sayılma” isteğimdir. Bir öğrencim, 8 Mart günü bir alışveriş merkezlerinde büyük bir ihtimalle alışveriş merkezi yönetimi tarafından kendilerine sunulan çiçeği alırken, tam yanında aynı çiçeği alan bir başka kadının “gözlerindeki mutluluk ifadesini” anlatmıştı. Sanki diyordu, ilk defa hayatında “çiçek almış” gibiydi, ilk ve belki de son… Kadının utanmış gözlerini düşündüm birden. Türkiye’de yada az gelişmiş ülke konumunda yaşayan kadınların “dayanılmaz ağırlığını” üstümde hissettim.
Kadınlar ne mi ister? Kadınlar; yaşamak ister. Kadınlar, sevilmek ve sayılmak ve değerli bulunmak ister. Kadınlar beğenilmek ve övülmek ister. Kadınlar para kazanmak, meslek sahibi olmak, kendi çocuklarının isimlerini eşlerinin zoruyla değil kendi istedikleri için koymak ister, aile düzenleri bozulmasın diye evlilik oyununda mutlu başrol oyuncusu rolünü oynamamak ister..
Bu listeyi çok ama çok uzatabilirim. Çünkü bir kadının duyguları hiçbir zaman bir erkeğin aslında anlayabileceği duygular değildir. Kadın yazar, çizer, katlar, evirir çevirir. Durur ve yine yürür.
Kadını anlamak için, okumak gerek. Kadını anlamak için gözlerinin içine bakmak yeter. Çünkü kadınlar zaten “gözleri ile konuşur”. Ama kadınların gözlerinin içine bakan erkek sayısı ne yazık ki o kadar azdır ki… 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, bu ve benzeri konuların konuşulması nedeniyle farkındalık yaratılan bir gündür. Bu nedenle çok önemsiyorum. Nice başarılı yıllara, hep birlikte el ele, kadına değer veren erkekler ile… Bu açıdan bakıldığında Mel Gibson’un oynadığı rol oldukça etkileyicidir. Kadınları anlamaya çalışmak, kadın sorunlarının da çözümüne katkı sağlayacaktır diye düşünüyorum. Bu yazı, “Kadınlar ne ister?” sorusuna yanıt arayanlara “atfedilen bir yazıdır”..
Prof.Dr. Meltem Onay