Geçtiğimiz günlerde ABİGEM Genel Koordinatörü, çok sevdiğim arkadaşım Arzu Amirak “Haydi Zafer Kalkınma Ajansı ile ortak bir çalışma yapalım; Roman vatandaşların istihdam sorunlarına yönelik bir proje yapacağız sen de hem bu araştırmanın raporunu yazarsın hem de yapılacak olan Çalıştay’a moderatörlük yaparsın” demişti. Onun bu sözlerini duyunca birden eski anılarıma gitmiştim. İlk defa cezaevlerinde çalışmaya başladığım zamanlarda kadın mahkumların koğuşları iki bölümden oluşuyordu. Çingeneler ve diğerleri… İlk önce ilginç gelmişti bana bu, neden böyle bir ayrımcılık yapılıyor acaba diye ancak sonra öğrendim ki; onlar da bu ayrımı istiyorlarmış. Uzun bir zaman ilk koğuştaki kadınlara neden “suç işledikleri” üzerine sorular sorduktan sonra, Çingeneler ile de aynı sohbeti yapmak istediğimi Cezaevi Müdürü’ne sorduğumda şaşırmıştı. Emin misin dediğini gün gibi hatırlıyorum. Koğuşa girdiğimde, etrafımı saran kadınlar ile uzun uzun sohbet etmiştim. O günden bu yana aklımdan çıkmayan üç anı yaşamıştım bu koğuşta.
Birincisi; kadınlardan birinin bana “abla sen, iki yaşındayken ne yapardın?” sorusuydu. Bunun ne anlama geldiğini anlamadığım için şaşkın şaşkın ona bakıyordum, bunun üzerine kadın devam etmişti. “Biliyor musun biz iki yaşında anneannemizin önüne oturur, onun bize sunduğu kiliti açmayı öğrenirdik” demişti. Kasa açmayı, arabanın kapılarını açmayı, evlerin kapılarını açmayı çok küçük yaşlarda öğrenen Çingeneler, artık yetişkin çağa geldiklerinde yaşamlarında ne yazık ki geri dönüşü olmayan iç yaralar ile yaşamayı öğreniyorlardı.
Aynı kadın sohbet etmeye devam etmişti benimle: “Sizlerin kocası ile bizimkiler çok farklıdır” demişti. “Bizimkiler tinercidir, içkicidirler, bizleri döverler, çalışmazlar, kahvelerde otururlar. Bizim çocuklarımıza süt almak için çalmaktan başka çaremiz yoktur” demişti.
Nefesimi tuttuğumu ve ağlamamak için derin nefes aldığımı hatırlıyorum. Tam yanlarından ayrılırken yanıma bir başka kadın gelerek: “biliyor musun ben Tanrı’ya dua etmek ve günahlarımdan arınmak ve bir daha hırsızlık yapmamak istiyorum; ama bir sure bile bilmiyorum” demişti. Koşarak Cezaevi Müdürü’ne giderek:” İnsanların Tanrı’ya en fazla ihtiyaçları olduğu böyle bir yerde nasıl olurda, bir din adamı yok” demiştim. Aradan bir o kadar yıl geçti şimdi merak ediyorum acaba gerçekten bu konuya daha fazla duyarlılık gösterip, haftada bir kez bile olsa din adamları cezaevine gelerek kendini yalnız hisseden kişilerin yanında olabiliyorlar mı?.
Bir üçüncü hatıram ise aramızda kalsın pek çok kişiyi gülderen cinsten… Çünkü cezaevine girip de, cüzdanını nadir çaldıran kişilerden biri olduğumu düşünüyorum. Nasıl olduysa ben kadınlar ile sohbet ederken, çantamdan cüzdanımı çıkarmışlar ve paramı çalmışlardı.
Yaşamın iyi ve kötü yüzünü cezaevine girdiğim zaman daha net görmüştüm. Çok iyi şartlarda büyümüş olduğumu, ayrımcılık görmediğimi ve yaşamadığımı çok iyi gözlemleyebiliyordum. Ama çingene olmak başka bir şeydi; çingene olmak bir fenomendi. Çingene olmak romanın bir parçası, hayatın ise bir başka gerçek yüzüydü…
‘‘Ben doğmadan evvel insanlar yazısız anayasalarıyla suçlamışlar beni, Çingene anne-babadan dünyaya geldiğim için. Sanki insanların anne-babalarını seçme hakkı varmış gibi. Çingeneler inançsız, kötüdür, cehenneme giderler saçmalıklarıyla’’ bu sözler “Türkiye’de Çingene Olmak” kitabının yazarı Mustafa Aksu’ya ait. Romanya’da çingene, elekçi, şopar, esmer vatandaş gibi sıfatlarla isimlendirdiğimiz bu halkın çocukları, kendini soyutlayarak olsa da kitlenin içinde varoluş çabasını sürdürmektedirler.
Çingeneler, beş bin yıllık insanlık tarihinde, hiçbir dönemde devlet kurmamış, egemenlik sürmemiş, kendi kültürel anlayışlarını başka mazlum halklara empoze etmemiş ve savaşmamışlardır. Bugün olduğu gibi, dün de çeşitli devlet ve hükümdarların egemenliği altında uygarlıklarını sürdürmeye çalışmışlar, horlanmayı, aşağılanmayı, sürülmeyi, ezilmeyi kabullenerek ama asimile olmaya sonuna kadar direnerek bir mücadele vermişlerdir.
Karadeniz Bölgesi’nde çingenelerin en fazla olduğu il Zonguldak’tır. Büyük bir çoğunluğu İkinci Makas Mahallesinde yaşayan bu vatandaşların sayısı 5 bin civarındadır. Şehrin en gözde yeri olan yerlerde çocuklar çıplak ayakla mendil satmakta, kucağına bir çocuğunu yatıran anne ise gün boyunca dilenerek geçinmeye çalışmaktadır.
Zonguldak’ta Romanların yaşadığı İkinci Makas mahallesinde ortalama iki odalı evlerde barınan nüfus 10 ile 15 kişiye kadar çıkabilmektedir. Evlerin birçoğunda aynı odanın mutfak, yemek odası, yatak odası ve banyo işlevini bir arada gördüğü söylenebilir. Mahallelerde ara sokaklar geceleri aydınlatmadan yoksundur. Başlıca geçim kaynakları; kaçak madencilik, taş kömürü trenlerinden dökülen kömürleri toplayarak satma, hurdacılık, karton ve kâğıt toplamaktır.
Zonguldak’taki yaşam aslında Türkiye’nin her il ve ilçesinde yaşanan bir görüntüdür. Romanlar ile birlikte yaşanan bir yaşamın sadece anlatılan küçük bir perdeden aralanmış bu görüntüsü, kaçtığımız, görmediğimiz bir bütünün parçalarıdır hepimiz için.
Doğduklarında, kimse onları Çingene veya Roman diye aşağılamadan önce gül kokulu bebekti her biri. Sonra anne sırtındayken ‘acınası’ varlıklar, derme çatma evlerinden sokağa adım attıklarında oynamaktan kaçınılan kara çocuklar oldu. Yaş 12 dedi mi evlendirilen Nergisler, köşe başında lavanta satan çiçekçiler. Çocukken oyuncak niyetine eline klarnet tutuşturulan çalgıcılar. Yiyecek ekmekleri, giyecek temiz elbiseleri yokken bile keyifli her biri. Sadece isimleri değil, hayatları da ‘Roman’ aslında onların”.
Neşeli hâlleri, gülen yüzleri dertleri olmadığı algısını üretse de, yıllarca horlanmış, ötelenmiş, yok sayılmış Roman halkına ilk kez uzanıyordu devletin şefkat eli. O yüzden 14 Mart’ı bayram ilan eden 20 bin Roman vatandaşı, çiçek satmaya, çöp toplamaya, dilenmeye değil de Başbakan’la randevuya gitmek üzere çıktı evinden. Rengârenk giyindiler, davul zurnaları alıp düştüler yola. Unutulmuşluğu öylesine benimsemişlerdi ki, hatırlanmak bile yetmişti mutlulukları için.
Her şey 2009’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Demokratik Açılım”ı anlatırken ilk kez Roman vatandaşları Meclis çatısı altında anmasıyla başlar. Erdoğan der ki; “Bu projede sadece Kürt meselesi, Alevi meselesi yok. Roman kardeşlerimizin sorunları da var.” 14 yıl boyunca Bursa’nın Mustafa Kemalpaşa ilçesinde Romanlarla aynı havayı soluyan AK Parti Milletvekili Ali Koyuncu, Erdoğan’ın konuşmasını duyunca heyecanlanır. ‘Neden Roman açılımı da olmasın’ diye geçirir içinden. Fikrini Devlet Bakanı Faruk Çelik’e açar. Böylece ‘Madem tam demokrasi tam eşitlik’. Neden olmasın?’ deyip sıvanır kollar. 10 Aralık 2009 tarihinde Türkiye’nin 36 ayrı ilinden 5 federasyon ve 80 dernek temsilcisinden oluşan 120 kişilik Roman grubu Çalıştay’da bir araya gelir.
Başbakan’ın da Roman derneklerinin de ana gündem maddesi ayrımcılıktır. Erdoğan, “Bu ülkenin her bir ferdi, ülkenin birinci sınıf vatandaşıdır. Bu ülkede hiç kimseye ama hiç kimseye buçuk muamelesi yapılamaz” dedi; ama gerçekte öyle mi? Roman buluşması için İzmir’den gelen 11 yaşındaki Gülistan Cevizkıran’ın “Abla bize niye Çingene diyorlar ki? Biz de herkes gibi insanız. Romansak Allah’ın kulu değil miyiz?” sözleri çınlıyor bir an kulaklarımızda.
Türkiye’de Romanların sosyal durumu dünyanın çeşitli yerlerine yayılmış olan Romanların, yaşam biçimi ve uğraş alanları arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır. Bu konuda Türkiye’de de durum pek farklı değildir. Toplumsal ortak hafızamızda barındırdığımız önyargılarımızla ve devletin Romanların hayat koşullarını olumlu yönde etkileyebilecek hiçbir ciddi adımlar atmaması sürdükçe sosyal durumlarda kolay kolay bir değişiklik olmayacak gibi gözükmektedir.
Sosyal hayatta daha çok olumsuz ve aşağılama anlamı içeren atasözü ve deyimler, Türkçe ansiklopedisi ve sözcüklerde “çingene” kelimesinin karşılığı olarak kullanılmıştır. Aynı zamanda “Türk Atasözleri ve Deyimleri” içinde bu durum geçerlidir.
Çingene kelimesinin açıklaması olarak kullanılan kelimeler arasında; açgözlü, arsız, yüzsüz, göçebe yaşayan esmer insanlardan oluşan bir topluluk” ve hatta Romanlar için “çocuk çalan “gibi saçma ve onur kırıcı iddialar öne sürülmüştür, bu nedenlerden dolayı da yıllar boyu oradan oraya sürülmüşlerdir.
Türk basınında romanların romantik ve eğlenceyle dolu bir yaşam sürdürmediği zamanları da olumsuz bir şekilde anılmaktadır. Örneğin;
“Conoların evi yandı, mahallesi alkış tuttu!” (Zaman,13.03.2009. “Halk, çingeneleri kovdu…” (Akşam,22.06.1999). “Her yerden kovulan halk çingenelerdir” (Hürriyet, 30.03.1998) “Çingeneler… sokaklar da metal kutu görmemizi engellerler, uygun fiyatla çiçek bulmamızı sağlar ve buna benzer onlarca aktivite ile uğraşırlar, yani toplumun hamallarıdır (www.antoloji.com,8.10.2014). Bir çok açıklamalar, deyimler veya inançlar (Cin ve Gan-Romanların Orijinini anlatan hikayesi olduğu gibi) toplumun ortak hafızasında yerleşen, karşıdaki insanı veya onun üzerindeki etkisini düşünmeden kullanılmaktadır.
Bilmeden ya da umursamadan yapılan bu zarar, Roman toplumun kendi kimliğini reddetmesine neden oluyor ki bu durum uzun vadede farklılığın yok edilerek kabul edilmiş bir asimilasyon sorununa yol açıyor.
Genellikle Romanlar kendilerine “Çingene” tanımlaması yapılmasından rahatsızlık duyuyorlar ve kendilerine “Roman” denmesini istiyorlar. Avrupa modasına uygun (Rom, Roma vb) bir kelime değil, Romanların dilinde “insan” anlamına gelen bir kelime aslında…
Türkiye’de “farklı” olmak zordur. Netameli bir hayata kapı aralar. Hele bir de farklılığınızı olduğu gibi yaşamayı, varoluş sebebinizi onun üzerinden tanımlamayı seçtiyseniz işiniz kat be kat zorlaşır. Ağır bedeller ödersiniz. Hem sivil yaşantınızda, hem resmi kurumlar ve en nihayetinde devlet ile olan ilişkilerinizde. Her adımınızda kendinizi bu farklılığınız sebebiyle savunmak zorunda bırakılmış bulursunuz. Adeta suç işlemişçesine, savunmak.. Haddinize midir farklı olmak?
Türkiye’de “Çingene” olmak, “farklı” olmaktır. İnsanca yaşamanız (?) için asimile olmanız elzemdir. Asimile olduğunuz, farklılığınızı bastırıp ideal vatandaş kalıbının içine girebildiğiniz, kısacası ideale ulaşma yolunda kendinizi inkar edebildiğiniz kadar saygınlık kazanırsınız. Aksi takdirde işiniz hakikaten zordur. “Çingene” alt-kimliğinizi Türklük üst-kimliğinden önde tutuyor fakat söylemlerinizde tam tersine vurgu yapıyorsanız, huzursuz bir hayata yelken açmışsınızdır. Söylemleriniz iç sesinizi dinliyor ve size ben her şeyden önce “Çingene”yim dedirtiyorsa – ki siz bunu pek yapmazsınız-, açıkça suç işliyorsunuzdur ve bunun cezasını mutlaka çekeceksinizdir. Karar sizindir.
Sizin asıl daha temel farklılıklarınız vardır. Elinizde olmayan, “otobüsten bir durak önce inmek, ilk kez tanıştığınız insanlara “Çingene” olduğunuzu söylemeyi tercih etmememek” gibi basit pratiklerle üstünü kolay kolay örtemeyeceğiniz, verili olan ve anında göze çarpan.
İdeal olandan daha esmersinizdir örneğin. Bu nedenle de devlet bir zaman sizi “esmer vatandaş” olarak ayıklamıştır diğerlerinden. Nüfus cüzdanınıza “esmer vatandaş” ibaresini koymuş, farklılığınızı meşrulaştırmıştır bu yolla. Esmerliğiniz devlet onayından geçmiştir artık. Gizlenmek biraz daha zorlaşmıştır.
Neyse ki resmi belgeler üzerindeki bu ayrım çok uzun sürmemiştir; fakat şüphesiz ki sizi çok hırpalamıştır. Kolay mıdır, sizi olması gerekenden “farklı” ve dolayısıyla “aşağı” olarak niteleyen bir belgeyi cebinizde taşımak? Bu belgenin bir ifşa aracı olarak kullanılması ve sizi hayati önemdeki pek çok alandan dışlayıp, pek çok olanaktan mahrum bırakması? Ten renginiz üzerinden ayrımcılığın alȃsını yapan bir kağıt parçası yeri gelmiş hayatınızı zindana çevirmiştir. İşinizden, sağlığınızdan, aşınızdan etmiştir.
Siz yine de inatla gülümsemişsinizdir. Gerçeğin yükü dayanılmazlaştıkça, müziğin büyülü dünyasında hafiflemişsinizdir. Sizi öldürmek isteyenlere inat, her kahkahanızda, her göbek atışınızda, her sevişmenizde yeniden doğmuşsunuzdur. Sesinizi kısmak isteyenlere inat, “biz buradayız” demenin en güzel yollarını seçmişsinizdir hep.
Bugünlerde yine kara bulutlar dolaşıyor birilerinin üzerinde. Kentsel dönüşüm adı altında alternatif barınma olanağı sunulmadan evleriniz yıkılıyor, sokağa atılıyorsunuz. Kira bile bulamıyorsunuz, “çingene” olduğunuz için. Hastanız da var aranızda, yaşlınız da. Kiminizin oğlu askerde. Vatanını savunuyor. Demem o ki, siz hala direniyorsunuz, kendinizden öte devletinize sahip çıkıyorsunuz. Fakat ne yazık ki o devlet size sahip çıkamıyor.
İş yok; çünkü eğitim yok, diploma yok- İstihdam sağlayabilmek için bazı belgelere ihtiyaç var ama İŞKUR bile yanınıza gelmenizi istemiyor. Çocuk gelin oluyorsunuz, doğan çocuğunuza bir nüfus cüzdanı bile almıyorsunuz çünkü; zaten sizin de yok…
Çalsın sazlar oynayın kızlar, müzik yine bizim için çalsın ey dostlar… Zaten yapacak başka bir alternatif de yok; halbuki biz de bu dünyanın yolcuları değil miyiz, nerede bizim de insan haklarımız, vatandaşlık haklarımız…Çingene ruhuna sahip olmak bana “özgürlük” verdi, “hayallerime” tutunma isteği verdi. Ama ya sonra… Bu ruha sahip olmak yetmiyor işte… Bu dünyada Çingene olmak, Roman olmak çok zor..
Prof. Dr. Meltem Onay
meltemonay@gmail.com