Dün akşam sevgili Burak’ın önerdiği bir film seyrettim, hop oturdum hop kalktım. Yüreğim ağzıma geldi, içim içime sığmadı, yüreğim genişledi, yaşam motivasyonum tavan yaptı… ve daha bir sürü şey…
“The Walk/ Tehlikeli Yürüyüş”
Film, Philippe Petit adlı ip cambazının hikayesi. Biliyorsunuz kendisi, Amerika’nın ünlü İkiz Kuleleri’nin iki yakasını ip üzerinde yürüyerek geçen bir deli-dahi.
Ve bir kez daha anladım: Hayat, bütün yalanlarına rağmen, bu illüzyon perdesinin ardında bir o kadar da gerçekliğin sırrını taşıyor. Dünyanın illüzyonlarına köle olmayı bırakınca, otantikliğin, kendine özgülüğün o inanılmaz sihri seni parlatıyor, gerçeğin kendisi yapıyor. Yaşadığın her deneyim, başka türlüsü mümkün olmayan bir adım, her adım aşkın tarifini yapan bir anlama dönüşüyor.
Bu dünyanın sınırlarını, duvarlarını, hayatın illüzyon perdesini yırtabilme cesareti gösterenler, onun ardındaki sahiciliğe, kendindeki Tanrısal gerçekliğe ulaşabiliyorlar.
Varolan her şeyi kişisel algılamayı bırakanlar için hayat, bütün parçalarıyla senin bir uzvun haline dönüşüyor. “Bunu ben yaptım.” demeyi bıraktığın için, her şeyi senin parçalarının, yansımalarının yaptığını idrak ediyor, mekan ve zaman kavramının ötesinde boyutlar arası alanda yaşar hale dönüşüyorsun.
Hem de, tüm deneyimleri bütün hücrelerinle hissederek.
Buluşuyorsun varlığınla, iyiyle kötünün ötesindeki o boyutta Mevlana’nın o sözünü idrak ediyorsun: “İyiyle kötünün ötesinde bir yer var, seninle orada buluşuruz.”
Kendindeki şahane üçlemeye; “keramete”, “kehanete”, “alamete” erenler için; hayat, ne iki boyuta, ne üç boyuta sığabilecek efsane bir yere dönüşüyor. Zamanın ve mekanın da ötesinde bir alana seni çekiyor.
Bu nedenle “boyutlararası bir gizem” söz konusu. Ve hazır olmayan, o boyuta ne girebiliyor, ne de bunu algılayıp anlayabiliyor.
Hayatın heyecan, coşku, keyif taşlarıyla döşeli yolunda yürüyebilmek için; “sana özel” yazılmış içindeki mektubu okuyabilmek, şifresini çözebilmek… Düşünüyorum da, ne büyük onur ve şükredilesi bir hediye.
Bu hediyeyi almak için, kapı mı çalacaksın, duvar mı yıkacaksın, hayali kapıların içinden mi ışınlanacaksın; kendindeki dostu, bir kitapta, bir filmde ya da yüz yüze geldiğin aynalarda mı bulacaksın, artık orası seninle onun arasındaki şahane hikaye…
Eğer sen, ölmeden önce, olur da içinde şifrelenmiş, kodlanmış o kutsal mektubu bulur okursan, kendini durduramıyorsun. Kontrolden çıkıyorsun. Ve seni kontrol eden o hayran olunası güce teslim oluyorsun.
Eğer sen olur da, ölmeden önce içindeki şifrelenmiş, kodlanmış o kutsal mektubu okursan; yerine getirilesi bir görevin elçisi, emanetçisi oluveriyorsun adeta. Herkesin içinde saklı olan o mektubu, olur da okursan; vesveselerle, korkular arasında gidip gelen zihnine meydan okursan; sendeki akıl da, fikir de, proje de, zafer de, senin kontrolünün dışında, yüksek benliğin, Tanrısallığın tarafından organize ediliyor. Sen sen olmuyorsun, tepeden tırnağa adanmış bir ruh oluyorsun. Ne para ne pul satın alabiliyor seni. Madde dünyası, sende tezahür eden manaya servis yapıyor.
Ok yaydan çıkmış, gemiler yakılmış, gözler o büyük vizyona dikilmiş, yumruklar sevgiyle sıkılmış, aslanlar gibi dimdik bir yaşam duruşuyla adanmış bir ruh oluveriyorsun.
Bu öyle bir adanmışlık ki; sana özel o mektuptaki çağrıya ses verip, emeğinin teri, tutkunun ateşi ile yazmaya koyuluyorsun kendi kaderini.
(Bakınız, Levh-I Mahfuz ateşi)
İnsan neslinin hiç olmadığı kadar ahir zaman ateşinin içine düştüğü, burnuna kadar “dünya gailesine” battığı; tüketim çılgınlığı, lüks evler, otomobiller, kredi kartları, dizi dizi filmler ve türlü eğlencelerle köleleştirildiği bir boyuttan; bambaşka bir boyuta geçebilmen mümkün ve bu boyutlar arası geçişi yapabilmen için, başkalarının kopyası olmayı bırakıp, kendi aslına yürümen; içindeki “aslolan”ın yeryüzündeki gerçek kahramanı olman gerekiyor.
Eğer olur da, yaşam meşgalesi ve bin türlü gündem arasında, kendine özgülüğü, otantikliğini hatırlatır, içine döner, “Hayattan şikayet ederek yaşamak istemiyorum, benim için hayal ettiğin her neyse, bilmek istiyorum” dersen ve bunun peşini bırakmazsan, sana özel yazılmış o mektubun çağrısını açar olursun; bir gün, er ya da geç.
Ve sana özel yazılmış o mektubun çağrısını duyunca, sendeki o şifreyi çözünce ne olur?
“Tehlikeli”, fakat bir o kadar da keyifli, eşi benzeri olmayan yürüyüş başlar.
İçinde seni ele geçirmiş olan o tutku ateşi ile dört dönersin Philippe Petit gibi. Yaşam yolculuğunun anahtarı olan yetenek, kabiliyet, beceri… Sende tezahür eden o ilahi zeka, o lutuf, her neyse… Sana verilmiş kutsal armağan, senin önüne geçer. Benliğini darmadağın eder. Gönlün razı gelmez küçük zaferlere, zaaflarla, kibirlerle, korkularla uğraşmaya… “Ben” dediğin suret gidince, aslı su yüzüne çıkar, Philippe Petit’in ip üzerinde yaptığı gibi, en cesur halinle dünyayı selamlarsın.