Bazı şehirler vardır gittikçe daha çok gidesiniz gelir. Sanki o şehir sizi çağırır. Sanki o şehirde uyanmak, o şehrin havasını koklamak, o şehrin sokaklarında dolaşmak ruhunuza iyi gelir. Nerede olursanız olun orası hep aklınızda olur. Sizinle yatar, sizinle kalkar. Paris böyle bir şehirdir benim için. Bir yanım hep orada olmak ister. Paris’in kafelerinde oturmak, müzelerinde turlamak, sokaklarında kaybolmak isterim. Böylesine bir sevgiyle bağlı olmama rağmen uzun yıllardır gidememiştim Paris’e.
Değişmemişti Paris. Yine romantik, nostaljik, estetikti. Paris’te olmanın telaşı sardı beni birden. O telaş içimde, ben o telaşın peşinde nereden başlayacağımı bilemedim birden. Ruhum şehrin her yerini görmek, her kafesinde nefeslemek, her bir sokağında dolaşmak ister gibiydi. Sanki içten içe Eiffel Kulesi göz kırptı bana öteden. Ne de olsa Paris’in simgesiydi Eiffel. İlla ki de görmek, görmekle kalmayıp anı karelemek lazımdı Eiffel’in önünde. Oradan Seine nehrine doğru yürüdüm. Sonbaharın hüznü sarmıştı Seine’i. Sarının tonları hakimdi etrafa. Sorsalar nehrin nesini en çok seviyorsun diye, cevabım hazırdı. Kitapçılarını diyecektim. Nehir boyunca sıra sıra dizilmiş kitapçıları, tezgahlarında duran tozlu kitapları, siyah beyaz kartpostalları, renkli posterleri seviyordum en çok ben. Tek tek okuyasım vardı sanki yan yana dizili kitapları. Kaldırıma oturup elime alasım, elime almakla kalmayıp eski sayfalarını tek tek çeviresim, çevirmekle kalmayıp okuyasım, okumakla kalmayıp o hikayenin bir parçası olmak geldi içimden sanki. Seine nehri yanıbaşımda, Louvre müzesi tüm ihtişamıyla karşımda Paris beni, ben Paris’i kucaklayıverdik o an orada. Derken Notre Dame Katedral’i ilişti gözüme tüm alımıyla. Bir süre dolaştım etrafında. Heyecanlandım sanki. İnce mimari bir nakışla tek tek örülmüş gibiydi her yeri, her köşesi. Yakından, uzaktan, önden, öteden resmini çektim kilisenin, kilisedeki figürlerin, figürlerdeki karakterlerin. Sanki birşeyler demek ister gibiydiler. Sanki sessizce konuşuyor, konuşmakla kalmayıp göz kırpıyorlardı bana. Kilisenin içine girdim. Küme küme olmuş insanlar vardı farklı dilleri konuşan, farklı heyecanların peşinde olan. Hepsinin ortak noktası Notre Dame’dı o an. Notre Dame’ın büyülü havasıydı bizi birbirimize bağlayan. Yaşlı bir teyze yanaştı bana elinde bastonuyla, birşeyler dedi kendince. Oturup konuşasım geldi onunla. Sanki hayata dair öğreneceğim şeyler vardı ondan. Zaman hızla akmış, hava kararmaya başlamıştı bile. Yorgun ve uykusuzdum aslında. Sabah erkenden gelmiştim Paris’e. Otele gidip uyusamıydım? Ama birden Paris’te olduğumu hatırladım. Her anı yakalamalıydım Paris’te. Biraz dinlenip Montmartre’a doğru yol almaya başladığımda hava çokdan kararmış, parlak yıldızlar gökyüzünü aydınlatmaya başlamıştı bile. Restoranlar, barlar, kafeler neşeli insanlarla dolmuştu. Hiç mi yoktu aralarında mutsuz olanı? Belki vardı belki yoktu ama benim kalbimde mutsuzluğa yer yoktu o akşam. Derken Sacré-Coeur kilisesi ilişti gözüme. Şehrin en yüksek yeriydi burası. Gecenin loş karanlığında, yıldızlar altında, o gün orada Sacré-Coeur haklı heybetinin verdiği alımla dimdik duruyordu karşımda. Defalarca çektim resmini. Kaç kere kısmet olurdu parlayan yıldızlar altında Sacré-Coeur’ü izlemek, resmini çekmek… Birden nasıl oldu bilmem kendimi şirin bir Fransız tavernasında buldum krem brülemi yerken. Fransa idi bu. İlla ki de yenecekler listesindeydi krem brüle. Tıpkı kruvasan gibi… Sabah erkenden uyanıp sokağa çıktığımda koştum fırından yeni çıkmış kruvasanımı almaya. Sanki Fransa’da başka bir lezizdi kruvasan. Kruvasan, üzümlü çörek ve çay Paris’te kahvaltımın olmazsa olmazı idiler. Her sabah yeniden, bugün dünden, dün bugünden daha lezzetliydi sanki üzümlü çöreğimle kruvasanım. Bir yeri görmek demek oraya özgü herşeyi denemek, oralıymış gibi hissetmek, orayı içine çekmek, nefesinde orayı hissetmek demektir benim için. İşte Paris’i de böylesine yeniden keşfettim ben.
Sonrasında ne mi yaptım? Ne sen sor ne ben söyleyeyim gibilerinden! Elbet herkesin bir zaafı vardır bu dünyada. Benimki de alışveriş mi ne? Severim alışverişi; yok bende yalan. Ama bu sefer kabahat bende değil, kabahat Paris’te! Tutmak istesem de kendimi, Paris çekiverdi beni. Biraz kaçtı mı ipin ucu ne? Ama ne yapayım; dedim ya kabahat Paris’in, kabahat değil benim.
İşte böyle günler hızla geçiverdi Paris’te. Champs-Élysées’de turlarken, Orsay Müzesi’nde kitap alırken, oturduğum kafede rengarenk makaronlarımı yerken akan zamanı durdurmak, o anı dondurmak istedim. Denedim, tüm gücümle çok ama çok denedim lakin olmadı, olamadı. Durmadı, donmadı zaman. Paris’e veda ederken kulaklarımda akordeon sesi, dudaklarımda Édith Piaf’ın ‘Paris Semalarının Altında’ şarkısı vardı. ‘Paris semalarında bugün bir çocuğun kalbinde doğan bir şarkı uçuyor’ diyordu Édith Piaf. Paris böylesine büyülü bir şehirdi işte. Tıpkı o çocuğun kalbinde doğan şarkı gibi benim kalbimde de bir değil binlerce şarkı doğuyordu Paris semalarında Paris’e elveda derken.