Bir olay olur…
Bir gelişme…
Bir polemik…
Vs…
Herkes, konuşur bu ülkede…
Bilen de, bilmeyen de…
Kimileri, konuşmak zorunda olduğu için… Kimileri ise sadece “konuşmuş olmak” için…
***
Siyasiler konuşur…
Sivil toplum örgütleri konuşur…
Yazarlar konuşur…
Televizyonlarda boy gösteren yorumcular konuşur…
Hatta vatandaş bile facebook, twitter vs. aracılığıyla konuşur…
Kim konuşmaz bu ülkede?
Mevcudiyetlerinin amacı halkı bilgilendirmek ve bilinçlendirmek olanlar…
Yani, en çok konuşması gerekenler…
Yani, üniversiteler…
Ama hiç sesi çıkmaz üniversitelerin…
Adeta “kampüsteki üç maymun”u oynar üniversiteler…
Görmedik, duymadık, söylemedik…
***
Örneğin, bir başka ülkeyle ilişkiler gerginleşir…
Herkes konuşur, ahkâm keser…
Hiç konuyla alakası olmayanlar bile görüş bildirir…
Üniversitelerin “uluslararası ilişkiler” bölümlerinden ses çıkar mı hiç?
Siyasi erk tiyatrolarla ilgili bir karar almaya kalkar…
Tiyatrocular ayaklanır.
Sanatçılar konuşur…
Güzel sanatlar fakültelerinden, konservatuarlardan “çıt” çıkar mı?
Gazetecilerin özgürlüğü kısıtlamaya yönelik girişimler olur.
Gazeteciler ses verir…
Basın mensuplarının mesleki örgütleri ses verir…
Toplum ses verir…
Ama iletişim fakültelerinden ses çıkmaz…
Tarımla ilgili husus gelir ülkenin gündemine mesela…
Bilen bilmeyen herkes bülbül gibi şakımaya başlar…
Yalan yanlış bilgilerle, yorumlarla insanların kafası karışır…
Ama ziraat fakülteleri tek bir kelime dahi etmez…
Ekonomide, turizmde, kültür alanında vs. bir şeyler olur.
Birileri bir öneri getirir…
Kaos doğar…
Üniversitelerden, yani bu işin evrensel boyutuyla muhatap olanlardan, yani konunun uzmanlarından bir ses gelmesini bekler toplum…
Bekler ama nafile…
Konuşmaz bu ülkede üniversiteler…
Herkes konuşur, bilim susar!
***
Burada şu soruyu sormak lazım…
Üniversitelerin tek sorumluluğu mezun vermek midir?
Dersini veren bir akademisyen görevini tamamlamış olur mu?
Yani “Bana ne” deyip ülkesindeki gelişmelere sırtını dönebilir mi üniversite?
Konuşmayan bir üniversite evrensel sorumluluğunu yerine getirmiş olur mu?
***
Bütün bu soruların yanıtlarını Alman düşünür Emmanuel Kant yıllar önce vermiş aslında. Kant 1798’de yayınlanan “Fakülteler Çatışması” isimli eserinde üniversitelerin esas görevini “modern, demokratik toplumun ve kültürün özgürlük, eşitlik ve bağımsızlık gibi temel değerlerin ışığında toplumsal-kültürel yaşam biçimleri ortaya koymak ve bunları yaygınlaştırabilmek” olarak açıklıyor. Yani, bir başka deyişle Kant, üniversitelerin sadece eğitim veren bir kurum olarak düşünülemeyeceğini, sosyal sorumluluğu gereği toplumunu yönlendiren ve bilinçlendiren kurumlar olarak ele alınması gerektiğini savunuyor. Bu misyonundan uzaklaşan bir üniversitenin ancak bir “meslek okulu” statüsünde kalabileceğini öne sürüyor Kant.
***
Peki, neden konuşmaz üniversite?
Neden suya sabuna karışmaz?
Kant, kitabında dönemin Prusya Hükümeti’nin üniversitelerin üzerinde kurduğu baskıyı eleştirerek üniversitelerin özerkliğine dikkat çekiyor…
Kant’a göre devletin siyasi geleceğini garanti altına alması “gerçek”lerin kendi çıkarlarına uymasıyla mümkündür…
Yani siyasi erki ellerinde bulunduranlar bilimin “kendi istediklerini” dillendirmesini, kendileri gibi düşünmesini isterler…
Bunun sonucunda fakültelerin gerek ders programları, gerek yönetimleri devlet tarafından belirlenir ki, söz konusu durum üniversitelerin özerklik kaybından başka bir şey değildir.
***
Peki çözüm?
Kant “eleştirel üniversite” olarak kavramsallaştırdığı üniversite olgusunu “özerklikle” ve “özgürlükle” bağdaştırır.
Kant’a göre eleştirel aklın kullanılması, eleştiri özgürlüğünün güvence altına alınmasıyla mümkündür.
Eleştirel aklı kullanma serbestîsi ise, bir başka kurumun veya kişinin görüşlerinden ve/veya yönlendirmelerinden bağımsız olabilmekle mümkündür.
***
1980 sonrasında Türkiye’de üniversitelerin düştüğü durum herkesin malumu…
Askeri darbenin faturasını en ağır ödeyen kurumlardan biri de üniversiteler olmuştur ne yazık ki Türkiye’de…
Ama ilginçtir ki, darbenin bozduğu sosyal dokunun onarılması gerektiğini savunanlar bugün aynı hassasiyeti üniversitelere karşı göstermiyorlar…
Ve trajik olan, üniversitelerin de yıllardır bu konuda bir rehavet içinde olması…
Evet, üniversitelerin ne kadar özgür oldukları konusu tartışılır…
Bu husus, belki üniversitelerin suskunluğunu hoş görebilmek bağlamında hafifletici bir sebep olabilir…
Ama üniversitelerin hiç mi suçu yok?
Yoksa işine mi geliyor üniversitelerin bazı bahanelerin arkasına sığınmak?
Üniversitelerin bu durumun değişmesi bağlamında gerekli azmi, çabayı ve kararlılığı gösterdiğini söyleyebilir miyiz?
***
TÜBİTAK-ULAKBİM yönetimi tarafından yayınlanan yayınlanan “Türkiye’nin Bilimsel Yayın Göstergeleri” isimli kitaptaki veriler düşündürücü…
1981-2007 yılları arasında Türkiye kaynaklı bilimsel araştırmaların, yayınların sayısı dünya ortalamasının sadece üçte biri kadar…
Türkiye’de üretilen bilimsel yayınlar AB ülkelerinde ve ABD’deki çalışmaların ancak yüzde 1,8’ine denk geliyor…
Üniversite sayısı hızla artıyor ama bilimsel yazıların, araştırmaların oranı azalıyor…
Paradoksal bir durum bu…
Nicelik ve nitelik ters orantılı…
Bilimsel kurumların sayısı artarken, bilimsel etkinliklerin oranı düşüyor…
Üniversite binalarının sayısı çoğalıyor ama bilimsel anlamda içleri boşalıyor…
Bu da gösteriyor ki Türkiye’de üniversiteler yavaş yavaş bir “yüksek lise” haline dönüşüyor…
Yani, üniversiteler “doldur boşalt” mantığıyla hareket ediyor…
***
Tenzih ederim, çok değerli bilim insanları da var bu ülkede…
Araştıran, sorgulayan, öğrencilerine daha faydalı olabilmek adına sürekli kendisini geliştirmeye çabalayan…
Genelleme yapmak, “hepsi” demek haksızlık olur…
Ama görülen o ki akademisyenlerin büyük bölümü devlet okuluna kapağı atıp emekliliğini garantilemiş “köhne öğretmen” modeline bürünüyor…
Garanti maaşı tatlı bulan, hiçbir şey üretmeden, tüm görevlerini asistanlara yıkarak yaş sınırını bekleyen öğretim elemanları yok mu Türkiye’de?
Bugün birçok akademisyen üniversitede öğrendiklerinin üzerine yeni bir şey eklemeden görevini tamamlamıyor mu?
Bunları inkâr edebilir miyiz?
Üniversiteye giriş sınavında tüm öğrencilerin bir iki üniversiteye odaklanması diğer üniversiteleri ise “açıkta kalmamak” için bir can simidi olarak görmesi bunun sonucu değil mi?
***
Evet, bugün üniversitelerin özerkliği ve özgürlüğü tartılışır…
Ama bunun yanında üniversitelerin randımanı ve bilimselliği de sorgulanmalıdır…
Kant’ın tabiriyle bir “meslek okulu” haline dönüşmüştür üniversiteler.
Konuşmayan…
Üretmeyen…
Katılmayan…
Bilim konuşmazsa meydan cehalete kalır…
Halk, hiçbir fikirsel ve bilimsel temeli olmayan fikirleri dinler durur…
Ya da meydan, sadece medyada görünme aşkıyla yanıp tutuşan, sırf kendi kişisel reklamını yapmak isteyen, bir avuç akademisyene kalır…
***
Bilim objektiftir…
Bilim kimseye şirin gözükmeye çabalamaz.
Bilim popülizm yapmaz.
Bilim rasyoneldir…
Bilim evrenseldir…
Doğrunun ve gerçeğin sesinin duyulabilmesi için…
Bilim konuşmalıdır bu ülkede…
Kendisine “ne düşünüyorsun” diye sorulmasını beklemeden…
“Konuşursam başıma bir şey gelir mi?” endişesini gütmeden…
Akademisyenler her şeyden önce kendi “duruşlarıyla” öğrencilerine örnek olmalıdır…
Üniversiteler konuşmalıdır…
Mum, çevresini aydınlatabiliyorsa mumdur. Çevresine ışık yay(a)mayan bir mum “sönmüş mum”dur…
Konuşmayan bir üniversite de sönmüş mumdan farksızdır.
Kendisine bile faydası olmaz…
Ne kadar demokratik olduğu tartışılan rektör atama yöntemine bile sesini çıkartamayan üniversitelerden ülke demokrasinin gelişimine katkı koymalarını bekleyebilir miyiz?
Bu ülkede herkes sussa, görüş belirtmeye çekinse dahi, bilim insanlarının böyle bir şansı ve lüksü yoktur…
Adı üzerinde “bilim insanı”dır onlar…
Ne hükümetin bilim insanını klasik bir “devlet memuru” kalıbına sokması kabul edilebilir…
Ne de bilim insanının içine sokulmak istendiği bu kalıbı kabullenmesi….
Bunu yeltenen devlet ne kadar hatalıysa…
Bu duruma “eyvallah” diye(bile)n üniversite de , sosyal ve evrensel sorumluluğunu reddederek, aynı oranda hatalı duruma düşmez mi?
***
Bilim, aydınlığın ışığıdır…
Özgürlük, eşitlik, demokrasi fikrini yayma görevi üniversitelerindir…
Tabii bu da önce üniversitelerin kendi bünyelerinde bu değerleri anımsaması ve bunun için mücadele etmesiyle mümkündür…
Söyledikleri hoşumuza gitse de gitmese de konuşmalıdır üniversiteler…
Çünkü esas konuşması gereken üniversitelerdir, bilimdir…
Ve…
Asıl konuşması gerekenler susarsa…
Susması gerekenler başlar konuşmaya…
Bugün Türkiye’nin kangren haline dönüşmüş birçok meselesinin sebebi bu değil midir?
Bunda siyasi istikballeri uğruna halkı uyutan, kendi çıkarları doğrultusunda popülizmle, demagojiyle toplumu manipüle eden siyasilerin suçu vardır da…
Doğruları dillendirmeye çekinen, topluma önderlik etme misyonunu yadsıyan, “bana dokunmayan yılan bir yaşasın” diyen üniversitelerin hiç mi suçu ve sorumluluğu yoktur?
Sayın Uğur Hocam..Yazınızı büyük bir keyifle, adeta Bayram şekerş tadında okudum..Yazdıklarınız sert eleştiriler ama haklı saptamalarınız yazıya tad katıyor.. Ulkemiz insanı Emmanuel Kant gibi hocaları özlüyor ve “eleştirel üniversite” yapısın görmek istiyor artık..Elinize, emeğinize sağlık..Mutlu Bayramlar..Doç.Dr.Rıdvan KAHRAMAN
Değerli Uğur Oral çok çok iyi gözlemlemiş ve karşılaştırmalı bir güzel yazısını yazmış. Ama daha öyle çok şeyler söylenir ki üniversitelerin siyasal merkez vede ideolojik kamplar olduğunu herhalde nezaketinden yazmamış. Öyle olmasa koskoca Ege Üniversitesi ki İzmir gibi demokrat BİR KENTİN ÜNİVERSİTESİ tel örgülerle ve tenekeden yapılmış inşaat alanı sahaları(!) yazılarıyla doldurulabilir miydi. Heyhat nerede o güzel izmir ve nerede o vatanperver dolu dizgin derse giren hocalar. Şimdi pkk yuvası gibi.Atatürk düşmanı kadrolarla yüklü akp övgüsünü temel hizmet sayan etnisite’den beslenen bir güruh. Millet haram ediyor verdiği maaşları. İş bulamayanlar ordusu haline gelen üniversitelerde BİLİM OLUR MU DOSTUM! Bilim buralarda FİLİM VE KİLİM olmuş.Dilin varmadı bunları yazmaya.. Ama bende belgeleri de var.Eline koluna sağlık her şeye rağmen kaliteli, düşündürücü ve öğretici yol gösterici bir yazı kutlarım seni..
Uğur Bey,
Değerli düşüncelerinizi yansıttığınız yazınızı okuduğumda,şu anda okumakta olduğum ‘Aydınlanma İçin Kalkışma’kitabı ile sizi buluşturdum.Kitabı sizin gibi güzel bir genç,Gülay Yeşilipek armağan etti.Kitabın yazarı Cengiz Gündoğdu Hoca.Kitapta;’Homo sapiens’ve ‘Homo sapiens sapiens’kavramları şiirsel bir dille anlatılıyor,tıpkı yazılarınız gibi…
Siz,çağımızın bir homo sapiens sapienstisiniz tıpkı Gülay Hoca ve Cengiz Hoca gibi.
Bilim kurumlarında ne kadar bilim yapılıyor? Yoksa yalnızca ünvanlarla mı egolar doyuruluyor…
Bir ilkokul öğretmeni(68)olarak ben de merak ediyorum…
Sevgi ve saygılarımla…
Müyesser Eren Karaibrahim
Sevgili Uğur ORAL, Bende biliyordum.. Senin felsefik ve gerçekçi düşüncelerin içinde olumluluk ve yol göstericilik pozitif olması gerekenleri yazıyorsun..
Seni kutlamak ve kalemine sağlık demek bana yeterli..Kahvemi içmeye bekler, gözlerinden öperim. Selamlarımla…
Uğur bey merhaba,
Tespitleriniz son derece doğru. Bence asıl neden “…Bunda siyasi istikballeri uğruna halkı uyutan, kendi çıkarları doğrultusunda popülizmle, demagojiyle toplumu manipüle eden siyasilerin suçu vardır da…” burada gizli suçun tamamı önce siyasilerde. Üçüncü sırada üç beş oy almış profesörü birinci sıraya çıkarıp rektör yaparsanız onun yapacağı tek şey iktidara biattır. Seçim sistem değişmez öğretim üyeleri ve öğrenciler yöneticilerini kendi hür iradeleri ile seçemezlerse Kant’ın üniversiteler için belirlediği görevlerin bir hayal olduğunu düşünüyorum.
Sağlıcakla kalın
klasik bir laf ama söylemeden geçemeyeceğim , fikri çok bilgisi yok .Bilenlerin sustuğu cahillerin ve bilgisizlerin konuştuğu bir dönem de yaşıyoruz ,bu karanlıktan bir an önce aydınlığa çıkmak için çaba sarfetmemiz gerekiyor,hemde üstün bir çabayla…..