ŞEHİRLER ARASI TANIŞMA…
Çok sevgilisi olan bir şehirden bahsetmek istiyorum biraz. Aslında şimdiye dek pek çok şarkı, şiir, yazı tarafından dokunulduğundan adeta cisimleşmiş bir kişi- şehirden: İstanbul’dan…
Darılmaca gücenmece yok, “sevgili”yi karalamak değil niyetim. Kararmadan, karartmadan kalsın bu yazı nitekim.
Aklınız alıyor mu diye sormak isterim… Yaşamın koşulları tarafından bu kadar ağırlaştırıldığı bir şehirde yaşamayı? Benim yaşamak dediğim, İstanbul’daki yaşamak değil. İstanbul’da yaşam; İstanbul’a rağmen yaşam… Azalmış bir yaşam… Az tahammüllü, hep acele, huysuz, huzursuz, reva olmayan cefalardan mutsuz…
İşimiz için, yaşamdaki iş dışı önceliklerimiz için yorulmak, sıkılmak, üzülmek… Tamam. Kendi seçimlerimiz ve kimi durumlarda da işimiz gibi seçemediklerimiz… Yaşamın genel ve yaşamımızın özel zorunlulukları…
Evimiz… Kendimizi şarj edebildiğimiz, kendimize ait olanları kendimizce yaşayabildiğimiz istirahat yerimiz. Peki, işimiz ve evimiz arasındaki “mücadele” neyimiz! Bu “mücadele”de biz neyiz?…
İstanbul’da ev- iş arasında trafikte geçen zaman çoğunlukla adeta bir savaş. Bu savaş her gün tekrarlı ve zamanı bizi bizden çalmaya ayarlı.
Aklım yaşamın gereklerini yerine getirirken bu denli yıpranmayı, yorulmayı, her an gardını bu denli almış yaşamayı almıyor. Güvenli ortamlarda insan kollamaz kendini. Bizlerse İstanbul’un kollarında kolluyoruz kendimizi.
Diyelim Boğaz’a geldiniz… Oh, tüm sıkıntılarınız geçti. Değdi mi dersiniz? Çünkü dönmeyecek misiniz? Boğaz’da çekilen “oh”, dönüş yolunda “of”. Her Boğaz dönüşü yollarda “of” yoğunluğu, İstanbullular bir “oh” diyebilmenin yorgunu…
İşimize vaktinde varabilelim diye İstanbul uyandırır bizi daha gün doğmadan… Daha yolları dolmadan… Yolda oyalar hırıyla gürüyle… Dolarız daha uykumuz bile tam açılmadan…
Akşamları işten dönerkenki trafik çilesi çoğunlukla aç ve pek tabii günün yorgunluğuyla çekilmeli…
“Köprü”yü ayrı bir severiz. “Köprü durumu”na dair radyo, televizyon programları yapar, durumunu her vakit takip ederiz. Bize de küçücük bir yer açsın tek derdimiz. Köprü iki yakayı birleştirirken birbirine, bizim yakamızda iki eli de…Hafta sonu hele bir de güzelse hava, beklerim Boğaz’a… Görmeye kaç insan boğaz boğaza…
Hatırlatma! Yollarda, kaldırımlarda yürünür aslında. İstanbul’da kaldırımlarda sürünülür adeta yan yana… Yana yakıla…
Kalabalık iyidir bazen. Kendi döngüsündeki insanın hayatla temas etmesini sağlar. Kalabalıklara karışan insan kimi zaman “işte, bunlar da insan, onların içinde de bir koşturmaca, onlar için de yorulmaca” der ve kendi döngüsünde itildiği hayatının kıyısından açılır biraz ufuklara, kalabalık bunu getirdiğinden hatrına…
İstanbul’un kalabalığı yormuyor mu insan yalnızlığını… Kalınca ortasında dönmek istemiyor musunuz geri kıyınıza ve varınca da “neyse, gelebildim güç bela” demiyor musunuz kararınca…
Şehir insanın yalnızlığını yormamalı, onu kovalamalı. Şehirlerin alınları güvenlik, elverişlilik gibi yer sahibi olduğu yaşamı kolaylaştırıcı adımlar için açık olmalı. İstanbul’un alnında okunmayan karışık el yazılarının karmaşası, orada yaşayanların olmuş alın yazısı…
Hani kıymetlimiz, liderimiz Atatürk dökmüştü ya İzmir’den denize, biz de İstanbul’da yer darlığından döküleceğiz denize…
Bu yazı bir İzmir yazısı olmalıydı aslında… İzmir’i güzellemek için İstanbul’u kötülemek değil niyetim. İzmir’in buna ihtiyacı yok nitekim. Ancak hani bazen olur ya deriz “oh, iyi ki öyle değil…”
Benim de isteğim sizlere dedirtmekti “oh, iyi ki burası öyle değil…”
Işıl BÜYÜKGEBİZ