“Delice Bir Sevda, Yaz Aşkım, Aşktan Söz Et, Senden Uzak ve Hurma Gözlüm” gibi unutulmaz klasikleşmiş şarkıları ile hayatımızda büyük bir yer edinen, kendine has saygılı duruşuyla herkesin takdirini kazanmış, sadece işiyle gündeme gelmeyi başarmış ve İzmir’in bağrından kopup ilk albümü “Senden Uzak” ile büyük çıkış yakalayınca İstanbul’a yerleşmek zorunda kalan Levent’le namı değer EGE ile Mavişehir Dergisi okurları için eşi bulunmaz bir röportaj gerçekleştirdik. Magazin yazarımız İsmail Gökgez sordu, EGE tüm samimiyeti ile cevapladı.
Şimdi 1995 yılına gitmek istiyorum. “Senden Uzak” İlk albümü çıkarırken ne gibi zorluklardan geçtiniz?
O albümü yaparken çok fedakarlıkta bulundum. Yaklaşık 1,5 yıl İstanbul’da kaldım. Uğraştım. Okuldan, evimden, ailemden ve sevgilimden uzak kaldım. Ama tek hedefim vardı; yaptığım birkaç güzel şarkının insanlara dokunmasını sağlamak. Buna inanıyordum. Tüm bunları yapıp albümü çıkardıktan sonra niyetim İzmir’e geri dönmekti. Albüm beklenenden çok daha fazla bir başarı grafiği yakalayınca ciddi bir sorumluluk doğdu. Geri dönemedim ve yola devam ettim.
İzmirlisiniz diye biliyorum. Bornova’da doğdunuz. Dışarıdan İzmir’e geldiğinizde özlüyor musunuz? Memleketim memleketim durumu oluyor mu?
Ben İzmir’e döndüğümde hep hayalimdeki yani geçmişte kalan İzmir’e döndüğümü düşünerek mutlu oluyorum. Çünkü İzmir çok değişti. Hayat herkesi olduğu gibi bütün dostlarımı da başka yerlere götürüyor. Onları hala çok seviyorum ama şunu hissediyorum; İzmir’de kalsaydım Ege olamazdım… İzmir genel anlamda cezalandırılan bir şehir. Neredeyse 40 yıldır geçim kaynakları kapatılmış, tüketilmiş, diz çöktürülmeye çalışılan asi ruhlu bir şehir. Çocuk gibi İzmir. O yüzden İzmir’e döndüğümde bir gün burada olacağım diyorum ama ne zaman olacağını kestiremiyorum.
Emekli olunca mı İzmir’e yerleşeceksiniz?
Bizde emeklilik yok biliyorsun. Yeni edindiğim bir meslek beni geçindirmeye başlarsa bir gün İzmir’de yaşamak benim hayalim.
Ekonomik açıdan biraz sıkıntılı olduğunu söylediniz ya İzmir’in peki oradakiler nasıl yaşıyor?
Hiçbir fikrim yok. (Gülüyor)
‘Yaz Aşkım, Delice Bir Sevda, Hurma Gözlüm’ gibi unutulmaz şarkılar, 8 albüm, 30’dan fazla ülkede konser ve besteleri 10 farklı dilde yorumlanmış bir sanatçı var karşımda. Siz hak ettiğiniz yerde misiniz?
Bunun kararını ben değil tarih verecek. Çünkü şu an yaşadığımız dönem dijital döneme geçiş aşaması. Her şeyin karmaşık olduğu bir anarşinin dönemi. Ama dediğim gibi yaptığın işlerin kalıcılığı sizin bırakacağınız izi belirleyecektir diye düşünüyorum. Ne mutlu bana 25 yıl önce yaptığım bir şarkı ‘Delice Bir Sevda’ hala bütün gece mekanlarında ve radyolarda çalıyor. Konserlerde hep bir ağızdan eşlik ediliyor demek ki bir iz bırakacağım galiba. En azından içimde onun bir huzuru var.
Daha hiç ortada albüm yokken ‘Yaz Aşkım’ın demosunun radyolarda çalmasıyla siz tanınmaya başlıyorsunuz. Profesyonel bir şarkı olmadan demoyla tanınmak herkese nasip olacak bir iş değil bence. Haksız mıyım?
Doğru. Buna şarkının gücü ve kısmeti diyorum. Sadece güçlü olması yetmiyor. Kısmetli de olması gerekiyor. Dünyada bunun çok örneği var. Adamın adını unuttum Fransız bir şarkıcı. Fransa’da şarkı pek tutmuyor. Amerika’ya gidiyor. Frank Sinatra’nın arkadaşı ya şunu bir dinle çok güzel bir eser diyor. Frank Sinatra çok umursamıyor. İngilizce söz yazılıyor ve şarkı ondan sonra öyle bir parlıyor ki dünyada en çok cover yapılan şarkı oluyor. ‘Yaz Aşkım’ da böyle. Kaderi kısmeti olan bir şarkı. Şu ana dek 6-7 dile çevrildi. Ben kendimi bir besteciden çok anne-baba gibi görüyorum. Onlar benim evlatlarım. Onların kısmetini görmek, bu kadar sevildiğine şahit olmak benim için çok gurur verici.
200’e yakın besteniz var diye biliyorum. Üretiminizin kaynağı nedir?
Evet belki 2000’e yakın var. Ama bir eserin beste olabilmesi için kayıt altına alınması gerekir. Yazdıklarımdan çok unuttuklarım var öyle söyleyeyim. Her albüme hazırlanırken ben 30-35 şarkı besteliyorum. Albüme girmeyenleri de unutuyorum. Unuttuğum epey şarkı var. Üretimimin kaynağı her şeyden önce işime duyduğum aşk, disiplin ve istikrar. Bestecilik ilk başlarda evet duygularla ilgili olabilir ama zamanla giderek bu sizin mesleğiniz olacaksa duyguların yanına muhakkak disiplin ve istikrarı katmanız gerekiyor. Sadece ben kendi hayatımı, hissettiklerimi anlatacağım dediğiniz an ikinci albümde sönersiniz. O yüzden biraz daha işin tekniğine, dünyada ne yapıldığına, çevrenden etkilendiğin olaylara da bakmak lazım. Mühim olan o an akla gelen heh bunu severler diyeceğiniz melodi değil. Yani yaygının peşinde koşmak yerine saygının peşinde koşmak çok daha önemli bence. Bu yüzden dünyayla çok iletişim halinde olmanız gerekiyor.
Bunu merak ediyorum. Sizi Yaşar Bey’le karıştırıyorlar mı?
Ohoo. Şarkılarımız hiç benzemiyor. Çok temel özellik var. Yaşar çok iyi bir söz yazarı, müzisyen zaten harika müzik yapıyor. Ben iyi bir besteciyim üstüne söz yazıyorum. Onun çıkış kaynağı şairlik benim besteciliğim. Ama söz müzik bir araya geldiğinde onun sözleri çok güçlü benim de müziğim çok güçlü. Bu noktada ayrışıyoruz.
Sokakta ve sahnede Ege, evde Levent. Bu ikisi arasında hiç bocaladığınız anlar oldu mu?
Yani bu şizofrenik durumdan etkilendiğim oldu. Profesyonelliğimin ilk zamanları biraz alıngandım ama nihayetinde ikisi de benim. Ben annemin oğluyum Levent diye çağırıyor. Şöhret olmadan önceki dostlarım da Levent diyor. Profesyonel olduktan sonra insanlar nasıl tanıyorsa öyle seslenmelerinden daha olağan bir şey yok. İlk yıllarda bocalama vardı ama şimdi çok da umurumda değil. Osman bile diyebilirsiniz. (Gülüyor)
Baktığınız zaman eskiye dönüş var. Neden eski şarkılar coverlanıyor? Üretim durdu mu?
Üretim durmadı sadece eski şarkıların şöyle bir avantajı var insanların kulaklarında yer ettiği için şarkı, çok daha çabuk duyurmak tanıtmak ve bir pazar yaratmak anlamında kolaylık sağlıyor. Bu dünyada da var bizde de hep oluyor. Bazı dönemler birtakım yönelmeler ön plana çıkabiliyor. Türkiye’de müzik son döneme kadar çok boyutluydu. Yani Halk Müziği de Sanat Müziği de türküler de Anadolu Rock da tekrar tekrar yorumlanabilir durumdaydı. Bir bakıyorsun Neşet Ertaş’ı Müzeyyen Senar da söylemiş cazcı kızımız Jülide Özçelik de söylüyor. Demek ki aslında evrensel formda çok özgün şarkılarımız var. Bunların tekrar coverlanması bana göre olağan. Çünkü jenerasyon hızla değişiyor. Eskiden beş yılda bir müzikal jenerasyon değişiyordu sonra üç yılda bire düştü şimdi ondört yaşındaki ablasının şarkılarını oniki yaşındaki çocuk beğenmiyor. O yüzden yeni jenerasyona bu şarkıları duyurmak gerekir. Ben buna şey diyorum; iletişim ağının değişmesi. Eskiden telgrafla haberimizi veriyorduk şimdi Whatsapp’la. Şarkıların yeni kuşaklara iletilmesi açısından ben coverı doğru buluyorum.
Tıklanmalar bir şarkıcının başarılı olup olmadığının göstergesi midir?
Tıkmalar değil konserler bir sanatçının başarısını belirler. Dünyada her gün binlerce şarkıcı milyonlarca kez tıklanıyor. Bir ay sonra bir başkası tıklanıyor bir sene sonra diğeri. Mühim olan bir şarkı üç yıl sonra hala aynı keyifle dinlenebiliyorsa, hala radyolarda çalabiliyorsa o başarılı bir şarkıdır. Sen de başarılı bir şarkıcısındır.
Zaten aradaki tezatlık çok komik. Şarkısı 300 milyon izleniyor ama konser veremiyor. Neden?
Türkiye’de ne yazık ki konser geleneği öldürülüyor. Onu söyleyeyim. Konserler yapılamıyor, insanlar biraraya gelemiyor. Önce Rumeli Hisarı kapatıldı. Kuruçeşme Arena kapatıldı. Harbiye kapatılmaya çalışıldı. Konsere gidilecek mekan sayısı o kadar azaldı ki… Pandemi zaten bizim işimizin en büyük katili oldu. İnşallah daha iyi olur. Ama eminim ki iletişim çağında bu durumlarda bir form değiştirecektir. Belki daha kolay olacaktır. Belki herkes için daha az zahmetsiz olacaktır.
Sosyal medyayı seviyor musunuz? Aranız nasıl?
Ben şey diyorum teşhircilerle röntgencilerin buluştuğu şahane bir mecra. (Gülüyor) Genellikle asistanım ve menajerim Damla Hanım ilgileniyor. Benim pek aram yok çünkü ona bir kaptırdım mı saatlerini yiyor. Ben saatlerce orada vakit geçirmek yerine daha üretken olmayı tercih edip beste yapmayı, müzik dinlemeyi ve müzikle haşır neşir olmayı seçiyorum.
Bir röportajınızda “Sanatçı yaşadığı coğrafyanın halkının dilidir” diyorsunuz. Kadına şiddet, mülteci çocuklar, Kurtuluş Savaşı Destanı, sosyal sorumluluk projeleri… Anladığım kadarıyla toplumsal konularda eser üretmek hoşunuza gidiyor. Kendinize bunu bir misyon mu edindiniz?
Sadece şu var zaman hızla akıyor ve ben 50 yaşında artık aşk şarkıları yazmak yerine daha toplumsal bakmaya başladım. Çünkü malum müzik sektöründe tüketici, ticari tüketici 15-25 yaş arasına hitap ediyor. Bunu yapan çocukların aşk kavgasıyla dinleyenlerin kavgası örtüşüyor. Benim bakış açımsa artık aynı değil. Madem böyle bir şöhretim ve gücüm var o halde ben bunu artık sadece bir duygusal taşım yerine insanlara görmediği şeyi göstererek farkındalık yaratmayı, aşk kavgası besteciliğinden daha onurlu buluyorum.
Sanatçı yaşadığı toplumdan bağımsız değildir diye konuştuk. Peki sizce sanatçı siyasete karışmalı mı tarafsız mı kalmalı?
Sanatçı taraf olmalı. Ama halkın tarafında olmalı. Sanatçı bir siyasi partinin içinde, tarafında ya da askeri asla olmamalı. Çünkü sanatçının tarafı evrenselliktir. Evrensellik ileriye doğru bir adımdır. Geriye doğru bir adım değil. Sanatçının zihni, fikri ve özü de hür olmalıdır. O yüzden herhangi bir kurum, dernek, kulüp, parti içinde olmak yerine eleştirel olmalı ve halk adına talep etmelidir. Halk adına farkındalık yaratmalıdır çünkü tek tek bireylere sorduğunda kendi kişisel ihtiyaçlarını ya da toplumsal ihtiyaçlarını duyuramaz. Bunu halk adına duyurabilecek ve hızlıca sonuç alabilecek çok az meslek grubu vardır. Onlardan biri de tabi ki sanattır.
Son romanınız ‘Kedice Bir Sevda’dan bahsedebilir misiniz? Romanın şarkınızla aynı adına nasıl karar verdiniz?
Kahramanımız Piç Tayfun, insan hayatında batırdığı ilişkisini kedi hayatında toplamaya çalışır. İmkansız, delice ama çokça da kedice bir sevdadır onunki. Alışılmadık bir hikaye olduğu için yirmi günümüz isim aramakla geçti. İki kedinin annesi Ekin Olcayto fikirleriyle destek olduğu gibi romanın isim annesi de oldu.
90’ların sihri neydi?
Üç şey vardı; birincisi özgür radyolar şu anda radyolar özgür değil. TRT’nin sansüründen sıkılan insanlar o özgür radyolarda kendi sevdiği şarkıları tekrar duyma fırsatı buldu. İkincisi müzik aletlerinin ithalatı serbest bırakılmıştı. Çocuklar artık gitar keman çalmaya başlamıştı. Yani bu sayede müzik kendini ifade etme yöntemi oldu. Üçüncüsü 80 sonrası anarşi döneminden sonra ilk defa gerçekten çocuklar üniversiteyi bitirdi. Fakat o kadar kaliteli bir beyin vardı ki bunun geçimini sağlayacağı yer olmadığı için Türkiye’nin ilk defa kaliteli beyin göçü oldu. Bunları sosyolojik olarak bir araya getirdiğinde üniversite mezunu, genç, çalışan, radyolar serbest ve gençler kendisini ifade edebilen aynı kafada düşünebilen insanlarla buluştu. Ben 90’lara kent ozanlarının doğuşu diyorum. Çünkü o dönem her çocuk, her şarkıcı aslında kendi bestesini söyledi. Dışarıdan almadı. Bu yüzden çok özel bir dönemdi.
Türkiye’de şarkı çıkarmıyorsan müziği bıraktı diyorlar. Neden sizce?
Medyanın gücü. Şöyle söyleyebilirim istediğini yok edebiliyor. Sanki hiç yokmuş o güne kadar hiçbir şey yapmamışsın gibi davranabiliyor. Reklamın iyisi kötüsü olmazın etkisi de var. Kötü reklamda sen hala varsın ama seninle ilgili hiçbir haber yoksa siliniyorsan-bunu çok insana yaptılar bana da yapmaya çalıştılar-müziği bıraktı algısı olabiliyor. Türkiye’deki kariyer anlayışı ne yazık ki kötü. Şu manada, bakıyorsun pek çok önemli şarkıcı 70 yaşında Mark Knopfler ve David Knopfler gibi. 70 küsürlerde hala sahnede. İnsanlar orada yaşlandı demiyor bu kendi kişisel hayatımın en önemli anlarından biri deyip o konserlere gidiyor ya da albümünü alıyor. Türkiye’deyse algı biraz daha düşük. Hala bedensel açlık var ve ne yazık ki bu açlık müziğe yansıyor.
Pandemi öncesinden bahsediyorum. Aşırı fazla mekanda sahne alıyorsunuz ama bir o kadar da medyatik değilsiniz. Bence bunu sağlamak da değerli bir başarı.
Ben uzun zamandır sahne alıyorum. Şimdi az evvel söylediğim şeyle bağlantılı olarak benim yılda 100’den fazla konserim oluyor. Pandemi öncesine kadar Türkiye’de en çok konser yapan şarkıcı bendim. Az önce söylediğim gibi medya sizi görmezden geliyorsa yokmuşsunuz durumu oluyor. Yoksa şu an Türkiye’de 100 milyondan fazla tıklanan adam benim yaptığım konserlerin 5’te 1’ini yapmıyor. Bu anlamda ben hala konser şarkıcısıyım. Performans sanatçısıyım. Ne demek isterseniz artık. Sesim çıktığı sürece konser yapmaya devam edeceğim. Virüs geçse de sahneye çıksak…
Şimdiki soru bu konunun üzerine çok iyi denk geldi. Hayranı olduğum için sormadan geçemeyeceğim. Ajda Pekkan deyince kafanızda neler canlanıyor?
Koskoca Türk müzik tarihi. O bir ekol. Bir daha asla onun gibi birisi olmayacak. Kendimize örnek almalı ve değerini bilmeliyiz.
Atatürk’le ilgili birkaç cümle istiyorum…
Atatürk devrimleri, silah arkadaşları Atatürk ve Cumhuriyet… Sadece bir şey söylemek istiyorum; gel sizi tarihe gömelim desek sığmazsınız. Kimse unutturmayı beceremedi ve beceremeyecek…
Kadına, çocuğa, hayvana ve doğaya şiddetimiz biter mi? Neden bizim diğer canlılara saygımız yok?
Her şeyden önce cezaların caydırıcı olması lazım. Bu bataklıktaki sivrisineklere ilaç sıkmaya benziyor. Önce anneleri de yetiştirmek lazım. Önce anneleri koruyacağız. Eğitim almış ya da almamış bütün anneler güvende olduğunu bilmek zorunda. Güvende olduğunu bilen anneler bu topluma sağlıklı ve saygılı bireyler yetiştirecektir. Yani bu işin en başı annelerin eğitilmesi ve annelerin çocuklarını eğitmesinden başlıyor. Uzun bir süreç. Coğrafya kaderdir derler. Hakikaten öyle. Ama bu coğrafyanın kadınları ve çocukları kötü muameleyi hak etmiyor.
Sorularımı beğendiniz mi?
Ellerinize sağlık. Süperdi. Çok keyif aldım. Teşekkür ederim…