ATATÜRK’TE MODERNİTE VE MODERNLEŞME

0
4

Atatürk’ün hayatını, düşünce ve ilkelerinin ışığı altında Türk devrimlerini incelemek, araştırmak, korumak, yaymak, yaşatmak ve belgelerle kamu oyunu doğru bilgilendirmek amaçlı İzmir’de kurulan 1881 Derneği çalışmalarını büyük bir başarıyla yürütüyor.

Atatürk’ün devrimleri, topyekun bir ihtilaldir. Amaç; Türk toplum düzenini, sosyal ilişkileri, maddi ve manevi medeniyeti Batı medeniyeti tipine çevirmek, radikal bir sosyal değişimi, inkilabı gerçekleştirmektir. Bu çerçevede; seküler devlet kanunlarının hepsi, Şer’iyye ve Evkaf Vekaletleri’nin kaldırılması, Şer’iyye Mahkemeleri’nin ve medreselerin kapatılması, eğitimin devlet kontrolü altında birliği (Tevhid-i Tedrisat) hep aynı zamanda kanunlaşmıştır.

1924 Anayasası’nda “Türkiye Cumhuriyeti’nin dini İslam’dır” ibaresi muhafaza edilirken, 1928’de çıkarılmış ve Türkiye devleti tam bir seküler temele oturmuştur. Mustafa Kemal, sekülarizm zorunluluğunu şu kanıtlarla açıklamaya çalışmaktadır: “1. Müslümanız. Müslümanlığı reddetmiyoruz.

2. Fakat tarih gösteriyor ki, din siyaset vasıtası yapılarak menfaat ve ihtiraslara alet edilmiştir.
3. İnanç ve vicdanımıza ait kutsal duygularımız, böyle ihtiraslara alet yapılmamalıdır. Onu bu durumdan kurtarmak vazifemizdir.
4. Dünya ve din işlerini ayırmak, Müslümanların bu dünyada ve öbür dünyada mutluluğu için zorunludur. İslam dininin gerçek büyüklüğü bununla meydana çıkacaktır.”

Ziya Gökalp’ın etkisiyle Türk milli kimliği, İslam kimliği karşısında öncelik kazanmıştır ve Atatürk’ün din fikirleri de bu düşünce akımının etkisi altındadır. Atatürk’e göre İslam dini, akla ve mantığa dayalıdır ve bu yüzden son dindir; ve bir an önce dine sonradan bulaşmış batıl inançlardan, hurafelerden arınmalıdır.

Atatürk’ten sonra Atatürkçülük:
Falih Rıfkı Atay, Atatürkçülüğü milli egemenlik, anti-emperyalizm, Türkçülük ve laiklik olarak tanımlar. Mustafa Kemal, hareketlerine meşruluk kazandıran temel prensip olarak daima milli egemenlik prensibini öne sürmüştür. Yakup Kadri Karaosmanoğlu da Mustafa Kemal’i her şeyden önce bir vatan kurtarıcısı ve modern Türk devletinin kurucusu olarak gösterir ve onu zulüm altındaki bütün milletlere kurtuluş yolunu gösteren bir hürriyet ve istiklal örneği olarak selamlar. Mustafa Kemal, bir dünya lideri ve emperyalistlere karşı direncin simgesidir.

Afet İnan’ın hatıraları da, Atatürk’ün yapmak istediklerini bize net olarak göstermektedir: “1929 dünya ekonomik bunalımı sırasında halk arasında sızlanmalar artmıştı. Atatürk yeni çıkış yolları aramak için rejimde değişiklik yapmak, Batı parlamentoları gibi çok partili bir rejime geçmek gereğini anlamıştır.” Sosyal sorunları ortaya çıkarmak için, Kadro Hareketi denen sosyalist düşünceyi de teşvik etmektedir. 1930 yazında Atatürk’ün Fethi Okyar ile yaptığı görüşmede Okyar’ın “çok partili demokrasiler”den bahsetmesi üzerine Atatürk kendisine Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurma tavsiyesinde bulunmuştur. Fakat, takip eden dönemde; oy serbestliği yoluyla bağnaz, tutucu bir partinin iktidara gelmesi, bir kelime ile Atatürkçülüğün tehlikeye düşmesi kendini gösterince, Atatürk o zaman tekrar tek parti rejimine dönmek gerektiğine inanmıştır. Atatürk, demokrasiyi hayata geçirmek istiyor ve böylece kendisinden sonra aynı yetkilere sahip bir devlet reisinin gelmemesini amaçlıyordu.

Hıfzı Veldet Velidedeoğlu 1960’larda Atatürkçülüğü ve ilkelerini donmuş kalıplar olmaktan kurtarmak gerekliliğini vurgular. Devrimciliği ele alan Velidedeoğlu, devrimcilik ilkesini toplumu ileriye götüren dinamik bir prensip olarak kabul eder ve Atatürk’ün ölümünden çeyrek yüzyıl sonra meydana çıkan yeni koşullar karşısında devrimcilik “toplumsal sorunları ele almalıdır” der. Toplumda fakirliği giderecek önlemler almak ve zayıfı kuvvetliye ezdirmemek, devrimciliğin amacı olmalıdır. Yine Velidedeoğlu’na göre; “toplumumuzda çıkarcı Atatürkçüler onun için heykeller dikmek, bayramlar ve matem günleri düzenlemekle, Atatürk’ü putlaştırmakla meşguldürler.”

1960’lardan sonraki yıllar işçi sınıfının güçlenmesiyle ilişkili olarak çeşitli solcu hareketlerin, komünist, maoist, hatta nihilist doktrinlerin yaygınlaştığı yıllardır. Bir gelecek umudu olmayan işsiz güçsüz gençliği ve aydınları sarsan bu hareketler, CHP içinde yankılar uyandırmakta gecikmedi. Bu dönemde ortaya çıkan Bülent Ecevit yeni bir ruh ve yeni atılım ihtiyacını gündeme getirirken, muhafazakar particilerin Atatürk’ü putlaştırdıklarını ve devrimciliği dondurduklarını ileri sürüyordu. Ecevit; giyim kuşamdaki yenilikler ya da eski adetlerin bırakılmasının sadece üstyapı değişimleri olduğunu ve Türk halkını ezilmekten kurtarmadığını söylüyordu. Yapılması gereken, Atatürk’ün bıraktığı yerden devrimleri devam ettirmek ve altyapı devrimlerini başarmaktı. Ecevit’e göre bu altyapı devrimleri; toprak reformunun başarılması ve işçi-köylü halka her türlü güvencenin sağlanması yoluyla başarılabilirdi. Ecevit halkın kendisine yukarıdan kanun tehditi altında getirilen reformlara, kendisine tepeden bakan bürokrasiye ve tek parti etrafında toplanıp güçlerini korumuş eşrafa karşı olduğunu vurgulamaktaydı. Halk, horgörülmekten kurtulmak ve kendi duygularına ve isteklerine önem veren, insanlığına saygı gösteren bir devlet görmek istiyordu. 1970’lerde İslam’ın halk için önemli hale gelmesinin sebebi de, yukarıda sayılan temel sosyal sorunun sembollerini teslim eden bir yapıda olmasıdır.

Fukuyama’ya göre de milletin çoğunluğunu oluşturan sıradan halkın demokrasiden asıl beklediği şey eşitliktir. Kendisinin patronla beraber oy sandığına gitmesi, insan haysiyetine uygun muamele görmesi ve hayat şartlarının bunu sağlayacak bir düzeye gelmiş olmasını ister. İslamcı politikacıların, bu halk psikolojisini iyi anladıklarını ve bunun için demokrasi kahramanı olarak ortaya çıktıklarını diğer politikacılar anlayamamaktadır.

Atatürkçülügün Sosyologlarca Analizi: Klasik sosyolojide çağdaşlaşma, akılcılık, özgürlük ve ilerleme gibi bir takım temel kavramlarla hareket eder. Büyüme ve değişmeyi hazmetme kapasitesi bakımından, geleneksel toplumların çok daha sınırlayıcı ve dışlayıcı bir karakter gösterdiği gözlemlenmektedir. Atatürk’ün zihninde klasik evrim teorisi izleyecek olan Türk geleneksel toplumu zamanla Batı ile arasındaki farkı kapatacaktı. Başka bir deyişle, fabrikalar, demiryolları yapılması sonucunda, eğitimin objektif ilim esaslarına göre örgütlenmesi halinde modern Türkiye’nin doğacağı düşüncesi hakimdi. Oysa, modern sosyoloji çalışmaları, her toplumun kendine özgün değişimler yaşadığını ortaya koymaktadır. Bir toplumun modernleşmesi için geleneksel yaşam biçimlerinin ortadan kaldırılması yeterli olmamakta ve geleneksel ailenin, cemaatin, hatta siyasi yapıların tahribi çoğu zaman kargaşanın, sosyal çöküntünün ve suçluluğun artmasıyla sonuçlanmaktadır.

Türk Devrimi’ni önceki rejimden ayıran en önemli özellik siyasi prensiplerde ve siyasi toplum sembollerinde görülür. Toplum, İslami çerçevesinden çekilerek yeni bir Türk milleti kurgulanmak istenmiştir. Eski dini kimlik ve dini meşruluk prensibi terk edilmiş, önceki idareci sınıf yerine bürokrat ve aydın seçkinler gelmiştir. Devrimin ilk yıllarında siyasete katılım tamamen idareci grubun kontrolü altındadır. Devrimi yapan modern eğitimli, laik, akılcı, milliyetçi ve din karşısında serbest düşünceli olan subayların yönetimde olmaları, aşağı sınıfların devrim dışında kalmalarına yol açmıştır. Türkiye’de devrim sonrası istikrarsızlık, bağımsız dini elemanların zayıflığı ile beraber devrimci seçkinler grubunun nispeten kendi içine çekilmiş kültür yapısı ile açıklanabilir. Eisenstadt’a göre Türk modernleşmesi, ülkede mevcut sosyal ve siyasi koşulların etkisi altında bir Batı modernitesi değil, bir Türk modernitesini doğurmuştur. Günümüzde pek çok İslam ülkesinde sadece sıradan halk değil, Batı’da eğitim görmüş aydınlar da Batı kültür değerleri yerine geleneksel tarihi-dini değerlere dönmektedir. Eisenstadt’a göre modernite dünyanın büyük bir kısmına yayılmıştır fakat bir tek ortak medeniyete vücut vermemiştir.

Bu noktada izlenmesi gereken yöntem şudur: Her medeniyet, kendine has kurumsal formasyonlar ve kültür altyapıları geliştirmiştir ve bu medeniyetlerin özgün çizgileri Batı’ya uzaklık veya yakınlığına göre değil, kendi koşulları içinde araştırılmalıdır. Kuşkusuz ki her modernite hamlesinin bir başlangıç noktası olacaktır. Türkiye’deki ulus-devlet formülü de bu başlangıç noktasını oluşturmaktadır: Bölünmez ülke bütünlüğü, herkes için Türk vatandaşlığının zorunlu olması, bu yüzden de devletin seküler-laik olması, dinlerin bireysel vicdana bırakılması ve bütün bunların anayasal güvence altına alınması.

DEĞERLENDİRME
Mustafa Kemal’in tasarlamış olduğu milli egemenliğe dayalı modern bir cumhuriyetin kurulması fikri, aslında 1912’de ortaya çıkmıştı. 1912 yılında Mustafa Kemal henüz genç bir subayken İstanbul’da “cumhuriyetin en ideal yönetim biçimi” olduğunu söylediği için İttihat ve Terakki yönetimi tarafından 2 gün hapse atılmıştı. Dolayısıyla, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmadan çok daha önce Mustafa Kemal’in tahayyül ettiği modern ve bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını belirtmek İnalcık’ın yazdıklarına bir katkı olacaktır.

Meclis-i Mebusan’ın, İstanbul hükümetine ve İngiliz baskısına rağmen İstanbul’da toplanarak Misak-ı Milli’yi kabul etmesi, sembolik bir girişimdir. Böylece hem İstanbul hükümetinin acizliği, hem de İngilizler’in tahammülsüzlüğü net bir şekilde ortaya çıkmış oluyordu. Mustafa Kemal böylece hem İstanbul hükümetinin meşru olmadığını ortaya koyuyor, hem de Ankara’daki ulusal hareketin halkın tek temsilcisi olduğunu göstererek TBMM’nin açılmasını sağlıyordu.

TBMM’nin milli egemenlik esasına dayalı olması, bir anda iktidarın da Ankara merkezli olmasını sağlamıştı. Bir anayasanın yayınlanması ve Kurtuluş Savaşı devam ederken diğer devlet elçilerinin Mustafa Kemal’le bir devlet başkanıymışcasına görüşmeleri de, üstü kapalı olarak bundan sonra muhattap olunacak tek hükümetin Ankara’da olduğunu da göstermekteydi. İlber Ortaylı da bu noktada Kurtuluş Savaşı sırasında iktidarın da el değiştirdiğini ve Mustafa Kemal’in Saltanat’ı kaldırırken hiçbir zorlukla karşılaşmamasının nedeninin zaten kabul edilmiş olan milli egemenliğe dayalı TBMM olduğunu belirtmektedir. Mustafa Kemal’in hilafeti kurtarma çabaları, İnalcık’ın da belirttiği gibi, Kurtuluş Savaşı’na destek olan başta Hindistan olmak üzere diğer Müslüman ülkelerin desteklerini devam ettirmeleri amacını taşımaktadır. Hintlilerin, Kurtuluş Savaşı’nın devam ettirilmesi için TBMM Hükümeti’ne gönderdikleri para 1 milyon İngiliz Sterlini değerindedir ve bu parayla silah, erzak ve askeri teçhizat alınmıştır. Unutulmaması gereken nokta, Hindistan Müslümanlarının bu desteği vermelerindeki amaç; Hilafet’in kurtarılmasıdır..

İnalcık, Atatürk’ün açtığı devrim yolunda ilerlemek isteyen diğer İslam ülkelerinin başarısızlığını da özellikle vurgulamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nde modernleşme hareketlerinin bu başarısı da Osmanlı döneminden beri süregelen çağdaşlaşma çabalarına dayandırılır. Toplumların dönüşümünün bir evrimsel sürece tabi olduğunu gözönüne alırsak, İnalcık’ın bu tespiti gayet yerindedir. Osmanlı Devleti tarafından açılmış ve Batı tarzı eğitimle öğrenci yetiştiren askeri okullar, idadiler ve Tıbbiye ile Mülkiye gibi kurumlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemindeki bürokrat/seçkin/aydın sınıfı yaratmıştır. Özellikle Garpçılar’ı ve Ziya Gökalp’ın düşüncelerini kendi ideolojik söyleminin temeline oturtmuş olan Atatürk, geçmişin birikimiyle içinde yaşadığı dönemin koşullarına uygun çözümleri içeren projeleri ortak paydada biraraya getirmeyi de başarmıştır. İslam’ın yanlış yorumlanışını Türk toplumunun gelişimi önünde ciddi bir engel olarak gören Atatürk’ün dinde reform çabalarını din dışılıkla karıştırmamak önemlidir. Atatürk’e göre din, devlet yönetiminin dışında kalacak ve toplumun ilerlemesi ve aydınlanması sürecinde yüzyıllardır din adamları tarafından engellenmişliğin ortadan kaldırılması ancak bu şekilde sağlanabilecektir. Bu noktada, İnalcık’ın incelikle vurgulamaya çalıştığı üstyapı-altyapı çatışması devreye girmektedir. 19. yüzyılın ilk yarısında Yunanistan’dan gelen ve toplum tarafından uzun süre “Yunan serpuşu” olduğu gerekçesiyle reddedilen fes, bu kez 20. yüzyılın ilk yarısında Atatürk Kastamonu’da Şapka Devrimi’ni ilan ettiğinde “dini başlık” olarak kabul gördüğü için toplum tarafından sahiplenilir bir hale gelmişti. 1930 yılında kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası başkanı Fethi Okyar’ın aynı yıl İzmir’de yapılan bir mitingde festen bahsettiği bir anda, toplanan halkın bir anda şapkalarını kafalarından çıkarıp yere atmaları da, yönetici sınıf tarafından kabul ettirilmiş görülen üstyapı devrimlerinin aslında halk tarafından kabul görmemiş olduğunu ya da sorgulandığını gözler önüne sermektedir.

Sonuç olarak, Atatürk’ün getirdiği modernleşme/çağdaşlaşma projesinin pek çok noktası, Türkiye’ye özgü bir dönüşüm projesinin göstergeleridir. Bu proje hem kulluğu ortadan kaldırıp ulus-devlet vatandaşlığını, hem saltanatı ortadan kaldırıp Cumhuriyet’i, hem hilafeti ortadan kaldırıp laik devleti, hem de inanca dayalı yönetim anlayışını kaldırıp akla dayalı yönetim anlayışını getirmeyi başarmış olmasına rağmen; halk katmanları içinde genel kabülün oluşması için gerekli altyapı değişimlerini tam anlamıyla başarabilmiş değildir. Halkın eşitlik taleplerine en iyi yanıtı veriyormuş gibi görünen İslam’a dayalı siyasetin 21. yüzyıl Türkiyesi’nde halen rağbet görmesinin nedenlerini de burada bulabiliriz. Önemli olan “halk için yapılmış bir devrim”den söz ediyorsak, halkın en önemli isteği olan ekonomik ve siyasal eşitliği sağlayabilmektir. İnalcık’ın söylediği gibi, Atatürkçü düşüncenin getirmek istediği toplum yapısının hayata geçmesi, ancak ve ancak toplumun eşitlik taleplerine yanıt veren çağdaş bir Atatürkçülük yorumuyla başarılacaktır.

KAYNAKÇA
ATATÜRK, Mustafa Kemal. Söylev. Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1999.
DEMİREL, Ahmet. Birinci Meclis’te Muhalefet: İkinci Grup. İletişim Yayınları, İstanbul, 2003.
İNALCIK, Halil. “Atatürk ve Atatürkçülük”. Doğu Batı (Makaleler 1). Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2005.
ORTAYLI, İlber. Osmanlı Mirasından Cumhuriyet Türkiyesi’ne. Ufuk Kitapları, İstanbul, 2002.
ZÜRCHER, Eric Jan. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası. Bağlam Yayınları, İstanbul, 1992.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz