SİZ HİÇ BABANIZA MEKTUP YAZDINIZ MI?

Eğitim biliminde kuraldır…
“İyi evlat, kötü evlat yoktur; iyi ebeveyn, kötü ebeveyn vardır” der pedagoglar…
Elbette yetişme ortamı, arkadaş çevresi vs. gibi dış faktörler de karakterin oluşumunda rol oynar…
Bu gerçeği kabul etmekle birlikte; pedagogların tezine yürekten katılıyorum…
Türkçemizde çok sevdiğim bir deyiş vardır…
Erdemli, güvenilir kimseler için “sütü sağlam” deriz…
Ya da tam zıttı, ahlaki değerlerden yoksun birisi için “sütü bozuk” ifadesini kullanırız…
Bu sözün ardındaki mantık aslında eğitim bilimcilerin tezini destekler tarzdadır.
Ne kadar bilimseldir tartışılır ama ben bazı karakter özelliklerinin daha anne sütüyle bireye geçtiğine inanırım…
Her şey ailede başlar, aileyle başlar…
Temel taşı sağlam yerleştirildiyse, bina da sağlam yükselir…

***

Genel inanışın aksine bu bağlamda en önemli görevin anneden ziyade babaya düştüğü kanaatindeyim ben…
Annenin sorumluluğu, görev bilinci içgüdüseldir, olmazsa olmazdır…
Böyle doğmuştur kadın…
Çocuğuna karşı şefkati de, ilgiyi de, özveriyi de ruhunda taşır.
Ve en nihayet, doğumla birlikte tüm bu duygular teorik halden pratiğe geçer…
Evladının üzerine titrer, özenir, himaye eder…
Sadece insanoğlu için değil, tüm canlılar için geçerlidir bu…
Anneliğin kutsallığı da buradan gelir zaten…
Tanrı, dünyaya getirme imtiyazını “anne”yle paylaşmış, yaratma, yani can verme eylemi için kadını görevlendirmiştir.
Kötü, hatalı anneler hiç yok mudur peki? Vardır elbette…
Ama istisnadan öteye geçemez bu…
Dolayısıyla eğitim bilimcilerin vurgu yaptıkları konuda, bence asıl görev “baba”ya düşmektedir.
Belirleyici faktör “baba”dır.
Anne, kazanılmış bir artıdır bireyin yetişmesinde, peki ya baba?
Babalık sadece çocuğun fiziki ihtiyaçlarını, eğitim masraflarını karşılamaktan, kıyafetlerini almaktan, karnını doyuracak parayı kazanmaktan mı ibarettir?
Ben pedagogların yaklaşımını biraz değiştirerek “İyi evlat, kötü evlat yoktur, iyi baba, kötü baba vardır” şeklinde yorumluyorum…

***

Bu yazının ilham kaynağı, geçen gün okuduğum bir kitap…
‘Çek’lerin dünyaca ünlü yazarı Franz Kafka’nın “Babaya Mektup” isimli eseri…
1924 yılında, henüz kırk yaşındayken vefat eden Kafka, yaşamındaki tüm olumsuzluklardan sorumlu tuttuğu babasıyla hesaplaşmak için oturmuş bir mektup kaleme almış.
Babasına gönder(e)memiş, satırların muhatabı Kafka hayattayken oku(ya)mamış bu mektubu ne yazık ki…
Annesinden mektubun bir kopyasını babasına iletmesini istemiş ama o da cesaret edememiş…
Diğer eserleri gibi bu kitabın da ölümünden sonra yakılmasını istemiş en yakın arkadaşı Max Brod’dan…
Ancak arkadaşı sözünde durmamış hepsini yayınlamış; Kafka’nın babasına yazdığı mektup da 1953 yılında kitaplaştırılarak raflarda yerini almış…
İyi ki Max Brod böylesine cesur bir karar almış ki, kamuoyu dünya edebiyatının bu unutulmaz ismini daha yakından tanıma fırsatı bulmuş.

***

Yüzünün hiç gülmemesiyle tanınan Kafka deyim yerindeyse “bunalımlı” bir kişiydi.
Özgüvenden yoksundu, kendisine olan inancı sürekli gitgeller yaşıyordu.
Kalemine yönelik bile güven sorunu yaşadı hep.
Ölümünden sonra dostundan yayınlanmamış tüm yazılarını yakmasını istemesi de bundandı.
Bu güvensizliği karşı cinsle olan ilişkilerine de yansımıştı doğal olarak.
Hayatında üç kadına aşık olmuştu Kafka…
Bu kadınlardan bir tanesi Felice Bauer’di.
Kafka iki kez nişanlandığı ama evlen(e)mediği Felice’ye olan aşkını “Felice’ye Mektuplar” isimli kitabıyla ölümsüzleştirmeyi seçti.
Bir diğeri ise “Benim mutluluğum sende erimektir” diye seslendiği Milena Jesenka’ydı ki evli bir kadındı Milena.
Bu imkânsız aşk da arkasında “Milena’ya Mektuplar” isimli unutulmaz eseri bıraktı…
Ve son nefesinde dahi adını sayıkladığı Dora Diamant…
Aşık olduğu tüm kadınları onore eden, aşka böylesine inanan, hatta evliliği kendisi için bir kurtuluş gibi gören Kafka neden bu hayaline hiç ulaşamadı?
Bu özgüvensizliğinin, hayatı boyunca hiç gülümseyen birisi olarak anılmasına neden olan bu karamsarlığının sebebi neydi?
“Babaya Mektup”ta hem kendisiyle hem de bu durumun yegâne sorumlusu gördüğü babasıyla hesaplaşıyor Kafka…

***

Kitabın sayfalarını çevirdikçe bir biyografiden çok bir trajedi okuduğu hissi uyanıyor insanın içinde…
Daha çok küçükken bir gece “su” diye mızmızlanıyor Kafka.
Susadığından değil; çocuklukla, biraz yaramazlık yapmak amacı.
Babası yatağından kaldırıp sahanlığa götürüyor; tek başına, kapalı bir kapının önünde saatlerce geceliğiyle bekliyor Kafka ceza olarak…
O gecenin üzerindeki etkisini şöyle anlatıyor ünlü yazar “… Bu olay benim o zaman uslu olmamı sağlamıştı belki ama içimde büyük bir yıkıma neden oldu. Yıllar sonra bile babamın odama girip beni yatağımdan dışarı taşıyacağını onun gözünde her zaman önemsiz olacağımı düşünerek kendime işkence ettim…”
Çocukluğunu sorgularken “…Tek ihtiyacım biraz cesaret, biraz dostluk, yolumu açman için biraz yardımdı ama sen tam aksine yolumu kapattın…” diye eleştiriyor babasını Kafka…
Babasının istediği gibi bir çocuk olamıyor hiç…
Bu yüzden çok kısa süren ömrünün her safhasında babasının egosunun altında ezilmek zorunda kalıyor ünlü yazar…
Zengin bir işadamı Kafka’nın babası Hermann Kafka.
Her fırsatta kendisinin ne kadar zor yollardan geçtiğini anlatırken Kafka’yı bunları yaşamamış olduğu için iğneliyor aslında.
“…Oturduğun koltuktan dünyaya hükmederdin. Sadece senin fikrin doğruydu diğer fikirler deli saçmasıydı, aşırıydı, anormaldi…” diyor babasına yazdığı mektubunda Kafka. Küçük bir çocuk düşünün…
Çocukça bir şeyden ötürü mutlulukla coşkuyla eve geliyor, babası tarafından mutluluk sebebi saçma bulunuyor ve “tüm yaygara bunun için mi?” diye küçümseniyor…
Hatta kitabını göstermeye gittiğinde babasından sadece “İyi tamam, komodinin üzerine bırak” yanıtını alıyor, tebrik bile edilmeksizin…
İtiraflarına devam ediyor Kafka: “…Sakin bir şekilde anlaşamamamızdan ötürü konuşma yeteneğimi kaybettim. Hiçbir zaman büyük bir konuşmacı olamayacağım. Belki insanların önünde normal akıcı bir konuşma yapabilirdim ama daha küçükken bana konuşmayı yasakladın. ‘Tek bir itiraz yok’ tehdidin havaya kalkan elle birleştiğinden beri bu görüntü peşimi bırakmıyor…”
Yetişkinliğe geçtiğinde bile babası tarafından sindiriliyor, söndürülüyor Kafka…
Evlenme fikrini ne zaman açsa babası tarafından küçük görülüyor…
Yine bir tartışma sırasında “…Sadece Praglı Yahudi kızların bildiği bir tür süslü püslü bluz giymiştir üzerine ve sen de anında onunla evlenmeye karar vermişsindir…” diyerek seçiminden ötürü babası dalga geçiyor Kafka’yla…
Tüm kitap boyunca sert bir biçimde eleştirdiği babasına son sayfalara doğru kısmen yumuşuyor ve her zamanki özgüvensizliğiyle kendisini de eleştiriyor: “Benim gibi dilsiz, bitkin, kuru harap bir oğlana ben bile tahammül edemezdim, son çare olarak ondan kaçardım…”
Peki, bu Kafka’nın mı suçu, yoksa kendisine bu hale getiren otoriter babasının mı?

***

Annesi, babasıyla olan sorunlarda kısmen babasının tarafında yer alsa da herhangi bir eleştirisi yok…
Tüm eleştiri oklarının ucunda kendisini eze eze, kişiliksizleştirmekle suçladığı babası var Kafka’nın…
“Babaya Mektup”, bir babanın evladını var edebildiği gibi yok edebildiğini de gözler önüne seriyor.
Babalığın sadece çocuğun maddi ihtiyaçlarını karşılamakla sınırlı kalmadığını da gösteriyor.
Kafka’nın da babası her türlü olanağı sunmuş çocuğuna.
Yani “Ne istedi de almadım, en güzel okullarda okuttum” demek yetmiyor babanın rüştünü ispatlaması için…
Yoksa babalık gönüllü bir sponsorluktan öteye geçmiyor.
Bilakis her şeye kolayca, zahmetsizce sahip olan çocuk ileride mücadele etmeyi, değer bilmeyi öğrenemiyor.
Aynı şekilde “hiç elimi kaldırmadım” demek de bir lüks, övünülecek bir özellik değil; zaten “olmazsa olmaz.”
Kafka’yı da hiç dövmemiş babası…
Babanın şiddete başvurmaması çok önemli, ama dövmemek ille de sevmek, ilgilenmek, sarılmak anlamına gelmiyor.
Sözleriyle de, davranışlarıyla da dövebilir aslında baba çocuğunu…
Ve bunun acısı, yüreğe işlemiş bir morluk gibi hiç çıkmayabilir insanın usundan, ruhundan….

***

Çocuğun sağlıklı bir biçimde büyümesi, yetişmesi annenin ama sağlıklı bir biçimde “gelişmesi” babanın görevi aslında.
Baba çocuğun mücadelelerinde bir dalga kıran…
Yolunu kaybettiğinde yönünü gösteren kutup yıldızı.
Okyanusların dev dalgalarıyla boğuşurken sığındığı koydur.
Anne öğretir, ama baba “örnek olmak” durumundadır.

***

İlk çocukluk döneminden itibaren çocuk model alarak öğrenir…
Bu çabasında da arayışlarını babasıyla özdeşleştirir…
Erkek çocuğu için en büyük “kahraman”dır baba, kız çocuğu içinse en büyük “aşk”
Kız çocuğu şefkati, erkek çocuğu kendine güvenmeyi babasından öğrenir.
Kafka örneğindeki gibi ruhsal dünyası çalkantılı bireylere bakın, çoğunun geçmişinde babasıyla yaşadığı sorunlar vardır aslında.
Dikkat edin, Orhan Pamuk’un da birçok romanında tıpkı Kafka gibi baba-oğul sorunlarına yer vermesi kendi babası ile yaşadığı çatışmaların bir yansımasıdır aslında.

***

Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu, Kaliforniya´da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesinde öğretim üyesi olarak ders verirken bir öğrencisinin ailesini ziyaret eder.
Öğrencisinin babasının, torunlarıyla konuşurken onların göz hizasına indiğini fark eder.
“Beyefendi, çocukların göz hizasına inerek konuşuyorsunuz” der…
“Tabii, onlar küçük insanlar!” yanıtını verir adam.
Ve sonradan öğrenir ki bu bir gelenektir öğrencisinin ailesinde.
Belki de babaların öncelikle öğrenmesi gereken husus bu, daha küçük bir çocukken onlarla aynı göz seviyesine inerek konuşmak…
Ya da özetle “saygı duymak”
Evladının tıpatıp kendisine benzemesini isteyen baba kişiliksiz bir bireyin yetişmesine ortam hazırlar.
Çocuk babasının devamı değil, kendisinin başlangıcıdır.
Çocuğunun kendi kişiliğine sahip çıkmasına ortam hazırlayan baba gerçekten babalık görevini yerine getirir.
Kendisini babasıyla mukayese etmeye zorlanan çocuk hayal kırıklığı yaşar hep.
Çünkü bu dengeyi kuramaz hiçbir evlat, objektif kalamaz, babasına rakip çıkamaz…

***

Özetle baba için çocuk sahibi olmak kolaydır, ama bir çocuk için gerçek bir baba sahibi olmak zordur.
“Babanın önünde sigara içilmez” denir…
“Babanın önünde bacak bacak üstüne atmaması” öğütlenir çocuğa…
Şekilciliktir tüm bunlar…
Babasına saygısını salt bununla gösteren evlat riyakâr, saygınlığını bu şekilde sağlamak isteyen baba ise kumdan kaledir…
Kendisini sevdiremeyen baba saydırsa kaç yazar…
Korkunun üzerine inşa edilmiş bir saygı sevgiye dönüşemez ki…
Çocuk gözünde tabulaştırdığı oranda uzaklaşır babasından…
Baba da insandır…
Baba ağlar da, baba hata da yapar…
Ama özür de dilemesini bilmelidir baba.
Evladından özür dilemeyi de bilebilen baba gerçekten baba olmuştur…
Kadın, doğum yaptığı an kazanır anne unvanını.
Ama “baba” unvanı kazanılmaz, hak edilir…

***

Hem babanızla ilişkinizi gözden geçirmeniz, hem de duygularınızın sağlamasını yapmanız adına mutlaka okumanızı öneririm Kafka’nın “Babaya Mektup” isimli kitabını…
Benim usunda kalan en önemli cümle şuydu kitabı bitirdiğimde…
Şöyle diyordu Kafka:
“Yaptığım şey, senin omzunda ağlayamadığım için yazılarımın omzunda ağlamaktı.”
Kafka’nın mektubunu okuduktan sonra ne kadar şanslı bir çocukluk yaşadığımı bir kez daha fark ettim…
Her ne kadar bana bu imtiyazı sunan babama minnetimi ifade edebilmek için geç kaldığımı bilsem de…
Sizin böyle bir fırsatınız varsa hiç durmayın teşekkür etmek için…
Ya da babanıza bir mektup kaleme almak için…
Tabii Kafka gibi, hem babanızla hem de kendinizle yüzleşmeye cesaretiniz varsa…